Pages

26 Nisan 2012 Perşembe

Hayata gözlükle bakmak...


At gözlüğü değil canım. Öyle öğretici bir yazı yazmaya çalışmıyorum. Size “Hayata dar bir pencereden bakamayın.” da, yok efendim “Güzelliklere açık olun.” vs. diyecek değilim. Bunları zaten herkes söylüyordur. Bana da söyleyen çok. O yüzden “bakın öğüt vermeyi çok severim” insan topluluğundan uzakta yaşamayı tercih ederim.

Bu yazı, gözleri bozuk ya da hiç görmeyen birinin yeniden görmesiyle de ilgili değil. “Göremiyorsanız bile, görmenizi sağlayacak bir şey mutlaka vardır. İster gözlük olsun, ister kalbiniz…”temalı, garip duygusal şeyleri de çok sevmem bilirsiniz. :)

Bu gözlükler, bildiğiniz güneş gözlüğü. Evet, hani güneş gözümüzü acıtmasın diye taktıklarımız…


Ama bunlar klasik Robert Pattinson gözlüğü ya da Justin Biber tarzı rengarek, şıngırdak şeyler de değil.

Bu gözlük bir arkadaşınızın gözlüğü. Bu gözlük kahverengi. En önemlisi bu gözlük hayatı çok güzel gösteriyor!


Şu anda gözlüğünü kapıp bu yazıyı yazmaya koyulduğum arkadaşım-Pembişim- yanımda “Hayat çok zor…” diye iç geçiriyor. Artık gözlüğün gücünü siz hesap edin. ^^

Artık hayat sepya, artık hayat photoshoplu, artık hayat bir film karesi… Çimenlere uzanıp bulutlara baktığımda harika bir manzarayla karşılaşıyorum. Çıplak gözle baktığımda bir açık renkler kümesi olan gökyüzü, şimdi tamamen bambaşka görünüyor.
Bu çiçekler… Bu ağaçlar… Ne kadar da canlı! Aşağıdan aşağıdan uçan bu eşek arısı ne kadar şeker. Ah şuradan bir kıro mu geçiyor? O da çok havalı. Pembişim de ders çalışırken çok tatlı.
Gerçi o hep tatlıydı. :)

Ah, işte böyle… Bu gözlüğü çıkarıp oturmak bana büyük bir acı verir oldu. Onsuz hayat çok ucube! Şimdi şöyle bir uzanıp gözlüklerle etrafı izlemeye devam etmeliyim… Yine gelirim. :)

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)  



20 Nisan 2012 Cuma

Sonra kolumdan tuttuğu gibi...


Bu sabah garip bir rüya gördüm.
İki Koreli yıldızı içeren bu rüyada asıl sevdiğim değil diğer yıldız başroldeydi. O.o Ben onlara Bay X ve Bay Y diyeceğim. Bay X asıl idolüm oluyor. Y ise diğeri.

Bu aralar kafayı takmış durumda gezdiğim bir şey var. O da Titanic 3D’ye gitmek. Gidemiyorum o ayrı konu. Ama rüyamda gidiyordum. ^^ Hem de Kore’deki bir sinemada.

Ama bir de ne göreyim Bay X kapıdan giriyor. Benim fedakar arkadaşım Cemre ise bizi tanıştırmak isteyip beni oraya götürüyor.
Elbette bu asosyal ben hiçbir şey yapmadan, çubuk kraker gibi dikiliyorum orada. Adam ne yapsın, şaşırıyor tabi, onca insan onu tanır severken kendisine mal mal bakan yabancı bir kız. O da bana garip garip bakıyor tabi. Sonrasındaysa filmime girmek için arkamı dönüp gidiyorum. Film güzel olmuş bu arada beğendim, rüyamda gördüğüm kadarıyla. ^^

Her neyse film sonrası X ile yeniden karşılaşıyoruz ama biz bu sefer Y’nin üyesi olduğu rock grubunun masasında oturuyorduk. Herkes kendince konuşurken ben Y’ye X’in ne kadar başarılı olduğunu ona ne kadar hayran olduğumu anlatıyordum. Sonrasında bir de canım Y’ciğim tutup kolumdan götürüyordu beni X’e. Bir de kereta öyle konular açtı ki X bey benden pek bir etkilendi, pek bir hoşlandı. Ama nedense ben ondan sıkıldım. (Bulmuş bunayan cinsi deniyor bana. -,- Adam sırf Kore’yi değil dünyayı da sallıyor, sen onu beğenmiyorsun. Olacak iş mi? )

Ben bunu Y’ye söyleyince çocuk beni yine kolumdan tuttuğu gibi kaçırdı oradan. Sonrasında…


Koştuk… Gülüştük… Koştuk…

Uyanmışım. Hemen kardeşime anlattım.
“Salak, ana kahraman X olmalıydı.”dedi.

Yani buradan çıkaracağımız ders; üstümüzü iyi örtelim. Sonra böyle garip garip şeyler görüyoruz. ^^

Kaçtım ben. :)

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)



17 Nisan 2012 Salı

Baksana bi! Yaşlanmış mıyım ya?


Yok bee! Genceciğim ben daha.^^ Renkli yaşamak istiyorum. Renkli şeyleri seviyorum. 
Güzele aşığım, gerçek güzeli arıyorum. Ama bir Platon değilim, felsefi konulara katıp güzeli, kafamı karıştırmıyorum. Platon’la derdim yok yanlış anlaşılmasın. Sadece söyledim.
Güzel olan her şeyi seviyorum, ama aslında genellikle her şeyi de güzel buluyorum. Her şey büyük renkli ve güzel görünüyor gözüme. (Böcek miyim ki ben? Bu kadar büyüklük bizi bozmasın sonra… :O )
Asla ciddi düşünmez kafamdaki gri madde. Asla da romantik ya da melankolik olmaz. Mesela romantik bir şekilde “kalbimle seviyorum” demiyorum hiç. Çünkü seven yerin yine o gri maddede bir yer olduğunu düşünüyorum, buyurun buradan pay biçin. Etrafımdaki insanlar “bir çay kaşığı kadar duygusal” olduğumu söylerler. Peki ya hiç olmasaydı? ^^
Pollyanna’nın yeni jenerasyonuyum. İyi düşünürüm, iyi oldururum.



(Bu çalıyor şimdi, çok tatlıymış. <3 )
Geçenlerde Aykut Oğut’un “Evrenden Torpilim Var” kitabına başladım. Niye daha önce okumuyorsun böyle kitapları evladım, diye sitem ediyorum kendime. Büyüklerin benim dilimden konuşması gerçekten harika bir durum. ^^ Bu kitap da tam bunu yapıyor işte. Okumadıysanız okuyun, insanı mutlu ediyor.

Bu aralar çok fazla şey öğreniyorum. Hepsi birbirine mi girdi nedir -,-

Diksiyon çok önemli. Gidin geliştirin siz de kendinizi. Tamamen İstanbul Türkçesi ile yetişmiş olsam bile çok yanlış kullanımlarımın olduğunu fark ettim. Ancak şöyle bir durum da var ki; bir süre sonra girdiğiniz her muhabbete limon sıkar olacaksınız.
“Gidecem deme gidiceem demen gerekiyor.”
“Kendineyi yanlış söyledin keindine şeklinde söyle.”
Bir süre sonra insanlar isyan etmeye başlıyor.
“Ya bi sus allasen Cinderella çarpacam ha!”
Susmuyorum tabi ki, elde olmadan düzeltiyor insan çünkü. ^^ Ama duyduğuma göre geçici bir süreçmiş, alışıyormuşuz sonra.
Derken, ben buna alışamadan oyunculuk dersleri başladı. O eğlenceli işte. <3 bir sınıf bu kadar güzel, bu kadar eğlenceli insanlardan mı oluşur? :) kardeş kardeş oynuyoruz şimdilik, bakalım.
Bir de şu felsefe eğitimim var. Berkeley ve Locke hayat enerjimi almaya çalıştıktan sonra Hume başımı döndürüyor. Elbette hiç pas vermiyorum. Lütfen, ben… Koskoca Cinderella 3 tane adamın oyununa mı geleceğim? Delirmiş olmalısınız.
Bunların yanında, “Evrenden Torpilim Var” diyebilmek bana çok şey katıyor inanın.
Ama uyumuyorum. Evet, doğru düzgün uyumuyorum. Hep yorgun ve halsizim. Gözlerime bakınca pandaya benzediğimi düşünüyorum hatta. 
o-o işte böyleyim.
Üstelik aşık mı oldum nedir bu arada hiç anlamadım. Bir değişik his var. Öznesi yok elbette ama sürekli heyecanlıyım hep gülüyorum, mutluyum, oyuncaklarımla oynuyorum. Kendime aşık olmuşumdur belki. ^^ Çok havalı.
Ah neyse! Hadi ben gideyim yine.^^

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)

13 Nisan 2012 Cuma

Gözün kopsun! Drifti mahvettin!!!



Hani araba tam drift yapar. Çok havalıdır, herkes hayran kalır… Ama sonra tam orta yerde kontrolü kaybeder de çalılıklara uçuverir de tüm karizması yıkılır ya…
İşte bugün tam da bunu yaşadım. Her şey dünkü fotoğraflarla başladı.

Cinderella: Hayır hayır, çekme bugün güzel çıkmayacağım.
Korecan: O zaman yarın süslen de gel!
Cinderella: Tamam yarın süslenirim, söz yarın çok güzel çıkacağım bütün fotoğraflarda. En güzel ben çıkacağım hatta.

Ve yattık kalktık bugün oldu. Her şey gayet güzeldi. Ciciler giyilmiş, saçlar yapılmış, güzel pabuçlar ayağa geçirilmişti. Dışarı çıktım hava da çok güzeldi.
Kafamı kaldırmamla günümün kararacağını anladım.
Bir çift kenafir göz bana bakıyordu.  Bu kedi gözlü pislik baktığı ve beğendiği her şeyi mahveden biri olduğu için üstüme başıma hakim olmalıydım. Her an tişörtüm ya da pelerinim yırtılabilir, yüzüğümün taşı düşebilir, saçıma sakız yapışabilirdi. Ancak darbe bakmış olacağını hiç tahmin etmediğim bir yerden geldi ve güzelim kalın tabanlı o ayakkabımın tabanı ayakkabıdan ayrılıverdi.
Geç kalınmak üzere olunan ders için yolu yarılamış olmak… Ah eve gidip ayakkabıları değiştirememek…  Lanet olsundu o kıza. Gözü kopsundu. Ölsündü.
Yola devam ettim ne yapayım. Tabi, zaten sakar olan ben, bu sefer de kopuk ayakkabılarla yürüyemeyip düştüm, üstümü başımı toz ettim. Yahu insaf, insanın iki ayağı birden mi burkulur?! -,-  Hayat çok acımasız. İki şeyi üst üste getirip bir de üçüncü eklemeden edemez. Ayakkabının diğer teki de ayağımın arkasını vurduktan sonra gönül rahatlığıyla bölümdeki kalorifere gidilip kös kös oturulabilirdi.
Neyse ki beyaz atlı bir prenses (ona böyle diyorum çünkü adını bilmiyorum) gelip ayakkabımı Japon yapıştırıcısıyla yapıştırdı. Dersime de girdim, hocamı da anlamadım. Oh! Sonra kalktım Korecan’ımla vakit geçirdim. ^^
Ondan ayrılıp eve giderken fark ettim ki, böyle ayaklarınız burkulmuş ve arkası acıyorken üstüne ayakkabı yeniden yırtılır korkusuyla yürüyemiyorsanız Tal Bachman’ın She’s So High şarkısı hiç gitmiyor.



Düşünsenize öyle rezil bir haldeyken çok havalı bir kızdan bahseden tatlı bir şarkı... Kendimi mutlu etmem gerekiyordu, bu saatten sonra yapılacak en iyi şey oydu çünkü. Marketten sürpriz yumurtalar aldım. Birinden şirin baba, birinden uçan bir şeyler ve birinden de küçük bir araba çıkmıştı.
Arabayla oynarken kendime dedim ki;
“ Al işte böyle drift yapayım derken yuvarlanır gidersin, süslenmek senin neyine?  Hele de kedi gözlüyle aynı yerde yaşıyorsan.”
Sonrası güzeldi <3 Yine mutlu halime büründüm ve yaşlı ninemin hareketleriyle de olsa kampüsü turlayıp fotoğraflar çektim Rini'mle beraber. Yine mutluyum, yine mutluyum. Beni mutsuz etmek kolay mı bebişim! ? Ben egoistim,  Niezsche’nin trajik insanı olma yolundayım! ^^ Hayat çok güzel!

Ben tatlı bir şeyler bulup izlemeye gidiyorum, kendinize iyi bakın!

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)

12 Nisan 2012 Perşembe

Gözlüklüyle aşk...


Gudbaayy may lavağ, gudbaayyy may firendd! Yu hev biin dı vann fooğğ mi! <3
Ah, benim uzatmalı platonik aşkım! Ah, benim Gözlüklüm!
James Blunt sen ve benim için söylüyor.
“Goodbye My Lover”
Ben çok çok çok özlemiştim bu ufaklığı. Her gün onu düşünüyordum, üzülüyordum.
:(
Ama bugün harika bir şey oldu! Benim, benden hiçbir farkı olmayan Uykucu Şirin aşığı oda arkadaşım Rini’ye teşekkür ediyorum bunun için.
(Ki bahsettiğim bu ikili aşağıdadırlar ^^)


Bilirsiniz, hani evde yiyecek bir şey yoktur. Canınız inanılmaz derecede abur cubur ister. Marketler kapalıdır. Gecenin bir körü olmuştur ve dışarıda kurbağa vraklasa duyulur bir sessizlik vardır. Dışarı çıkamazsınız. Evde, o bastırılamayan çikolata ihtiyacınızla oturup kalırsınız. Sonra odada bir karar alınır.
“Yarın markete gidip alış veriş yapıyoruz!”
İşte bugün o "yarın" oluyordu. ^^ Markete gidildi, emin adımlarla ilerlendi vee… Bir de ne görelim?
Tam orada, köşedeki üst rafta sürpriz yumurtalar var! Paketin üstündeyse şirinler oyuncakları verdiği yazıyor…
Ah bu bir sınav mıydı? Bu bir hayal miydi? Bu… Bu… Bu ne güzel bir şeydi böyle.
Üçlü satılan o paket de hemen sepete atıldı elbette. Ancak sandığımız üzere üçünün içinden de şirin çıkmamıştı. Son açtığım paketteki beyaz ayakları görünce bir an heyecanlandım ve sonunda kutudan onu çıkardığımda duygulanmadan edemedim! Onca şirin içinden benim aşkım, bir tanem Gözlüklüm çıkmıştı! Dünya artık daha aydınlık bir yerdi benim için…
Ca-ca-ca-caaannn! İşte bebişim, yerim ben onu (:


(Bu arada şirinler köyümüz şimdilik iki kişilik. Benzer formlardaki bu iki fotoğrafı da ben çektim. )
Çok egoist bir açıklama oldu değil mi? -.-

Zaten gün boyu bir ego patlaması yaşadım. Karşılaştığım her insan bana ne kadar iyi davrandı öyle. Kız erkek herkes kendi geçmeden önce bana yol verdi, herkes bana gülümsedi. Herkes bana şirinlerden biriymişim gibi davranıyordu, ben de para çekmek için girdiğim bankamatik kabininde suratımı görünce ne kadar sevimli olduğumu düşünmeden edemedim. *-*  <3
Sonuç: Para insanı çok değiştiriyor cidden azizim.

Bir de bugün Korecanımla bir sürü bir sürü laklak ettik, ne kadar ne kadar güzeldi öyle. :)))))

Neyse işte. Hayat çok “ŞİRİN” tatlı !

Gittim ben. Zengin gidişi yapayım. <3

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)

11 Nisan 2012 Çarşamba

Dünyaca ünlü değilim , ama tüm mikrofonlar tanır beni!


Param pam pam pam paaamm!


"Bu Grammy’ler bana mı? İnanılmaz, çok teşekkürler. Beni destekleyen herkesi çok seviyorum! <3"

Rüyamda Adele’dim! 

Grammyleri topladım, sonra alarmım eşliğinde şarkı söyledim.
Ah… Demek sadece rüyaymış. :(
Hayır canım, tabi ki uyandığımda böyle demedim. Çünkü söylediğim gibi:

“Dünyaca ünlü değilim (Grammy falan da almadım ^^ ) ama tüm mikrofonlar tanır beni!”

Hatta mikrofon olmayan ama mikrofon olarak kullandığım çoğu şey bile tanır beni.
Örneğin; bir saç fırçası, bir deodorant şişesi, bir el feneri… :)

Bilirsiniz işte, çocukluğumdan beri “raksıtar” hayallerim vardı. Sizin yok muydu sanki?! :) 
Yatağa çıkılır, şarkılar açılır ve saç fırçası elde bağırıp çağırılır… Bir de üzerine garip bir gitar ifadesi yapılmadan olmaz ama lütfen. ^^


Ailenizden biri bağırır: “Kıs şu müziği!” ya da üst komşu sesten rahatsız olup kalorifer borularına vurur. Dinler misiniz? Hayır! :) :)

Sonra büyürsünüz, büyürsünüz, büyürsünüz…  Bunlar hep geçer.
Yok öyle canım. Bazısının geçmez işte. Yirmi yaşına gelip hala elinde fırçayla şarkı söyleyenler vardır.  Mesela bir adet ben! Tam da, bir kulağımda kulaklık, o şarkıyı söylerken gözümü kapattığımda camdan gelen o ışık kümesinin beni sahnede hissettirdiği an anladım buna devam ettiğimi. Sonrası eski alışkanlıklar… Bir deodorant şişesi ve başlasın şu şarkı artık.

Have a nice life baby! Darat dam pam pam ^^ <3

Bu, en çok söylediğim şarkılardan biridir.
Dana Dawson-Have A Nice Life Baby



Size iyi dinlemeler! ^^

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)


10 Nisan 2012 Salı

Vaov, Feantaestik Beybi!



Ah hayat çok zor!

~Mantık ve duygular arasında mekik dokuyor durmadan.~

Hangisi kazanır belirsiz... Ben mantıktan yanayım. 

Doğal olarak havadan biraz daha mantıklı olmasını rica ediyorum.

Ah, cidden! Neden böylesin sen?
Daha dün bir bulut ağırlığınca altın saçarken etrafa, neden şimdi buz gibi bir yağmur döküyorsun?
Ben… Yağmurlu bir sonbahar günü doğmuş ben senden nefret ettim bugün. Hayır, yağmuru seviyorum. Ama incecik giyinmişken ve soğuktan kulaklarım düşmek üzereyken değil. Üstelik kalkmışssın ben “Hava ne kadar güzel, tam uçmalık!” dediğimin ertesinde. Olmaz böyle… Yanlış yapıyorsun hava! Bir yavaşla, sakin ol şampiyon…
Bugün yağmurla birlikte aklımda kalan başka bir görüntü de bir motosikletin yanımdan geçerkenki görüntüsü.
Ne düşünüyorum biliyor musunuz?
Bence motosiklet bir erkeğe yakışmalı. O bir aksesuar gibi, öyle zarif, öyle havalı… Öyle de hoş taşımalı bir erkeği. Hayır, kadına da yakışmalı hatta. Hatta ve hatta motosikletin üzerindeki insana yakışması yetmez. Üzerindeki de motora yakışmalı.


Şayet, böyle yakışmamışsanız, inanın bana, motorla yaratmaya çalışılan karizmanızı, havanızı çöpe atıyorsunuz. -,-

Bu arada çöpe atmak dedim de… Bence bazı insanların bilmesi gereken bir şey var. O da Hacettepe Öğrenci Evlerinin mutfaklarındaki lavaboların çöp öğütücüye sahip olmadığı!
Anlamıyorum, evinde de domatesin makarnanın artığını lavaboya mı fırlatıyorsun. İki adım ötendeki çöpe atmak varken hem de.

Ah, beni ottan çöpten işlerle uğraştırıyorlar. Öğrenmem gereken koca bir yüzyıl öylece dururken yaptığıma da bakın.
Tamam, ben gidiyorum.  Gelirim yine.^^

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)


8 Nisan 2012 Pazar

Zincirlerimi kırmak mı? Teşekkürler, kalsın.



Hayır, bu Jet Li’nin “Kır Zincirlerini!”sindeki gibi bir hayat değişikliği öyküsü değil. Benim zincirim bir enerjiyi temsil ediyor. Bu daha çok şu “Secret” gibi bir şey.
Secret denen şeyi deneyip deneyip sonuç alamayınca yaşadığım o “Benim dileklerim hiç olmayacak mı yaaa?! Hüüü…” durumundan sonra bir arkadaşımın önerisiyle Zincire başladım. Gerçekten işe yaradı. Böyle aldım elime tığ ile ipliği, ipin bir ucunu parmağıma dolayıp…
Yok yok şaka yaptım. ^^ Tamamen düşünce işi yine. Felsefeciyiz, işimiz düşünmek bilirsiniz.

O ne zincirdir o…
Alırsınız en büyük hayalinizi, aklınıza kazırsınız öncelikle. Geceniz gündüzünüz o olmalı ama… Ben gerçek bir akla kazıma durumundan söz ediyorum.  O zaman gerçekleşir. :)
Ah, ne kadar batıl bir şey bu değil mi? Değil! ^^
Çünkü, iyi düşünüp gülümseyen insan iyi şeyler yaşar, iyi şeyleri yaşadıkça da gülümser.
Bu zincir takıntılı bir şekilde hayal ettiğiniz şeyi düşünmekle bitmiyor tabi.  Yalnızca iyi şeyler düşünün onunla ilgili. Asla kötü bir şey gelmesin aklınıza. Çünkü şu çok da anlamadığım bir yerlere bir sinyaller gönderme işi burada da devreye giriyormuş bana denilene göre. Kötü şeyi düşünürsek, çağırırmışız.
E, insanız geliyor işte aklımıza, ne yapmalıyız o zaman, derseniz söyleyeyim.  Tabi gelir aklınıza, ama önemli olan bir an önce onu akıldan defetmek.
Ve benim en önemli gördüğüm nokta da şu ki; asla ama asla o aklınızdaki şeyle ilgili sizi desteklemeyeceğini bildiğiniz birine bir şey söylemeyin. Çünkü şu kötü düşünmek konusunun en zayıf halkası işte burası. Kendi düşüncelerinizi kontrol etseniz de karşıdakininkini edemezsiniz. Daha da kötüsü, ağzını torba misali büzemezsiniz. Kırarlar zincirinizi. Kırdırmayın, anlatmayın sizde kalsın. Ya da sadece destekleyecek kişiler bilsin.
Bu yöntemi neden bu kadar hararetle öneriyorum size? Çünkü işe yaradığını gördüm.
En çok istediğim şeyin bir fotoğraf makinesi olduğu dönemde çıkmıştı Secret kitabı. Aldım, güzelce okudum evrene zımbırtılar yollamaya çalıştım. Sonuç…
“Hay bin kelebek! Bu salak şey niye işe yaramıyor?!”
Fotoğraf makinesinin ufukta görünmesini bırakın evde  “f” bile demeye çekinir olmuştum. Sonra Zincir yapmayı öğrendim. O yaz nasıl oldu anlayamadan, kuzenimle konuşulmuş, fotoğraf makinesi ta Amerikalardan getirilip, kucağıma düşmüştü.

Bu Zincir olayına ben inanmayım da kim inansın şimdi? Bence Kadir İnanır. O potansiyel var onda. ^^
Biliyorum, iki dakika ciddi olamıyorum. <3

Bu arada şu an bilgisayarımda bulduğum tüm müzikleri Media Player’a atmış dinliyorum. Az önce garip bağır çağır anlamadığım bir şekilde konuşan ve küfür ettiğinden şüphelendiğim bir şey çaldı. Sonra rap geldi ve Gülben Ergen ve Nil ve Deniz Seki ve Beethoven ve… Bu da ne böyle?  -,-  Ne kadar istikrarsız bir müzik yaşantım var benim. Geçmişte nasıl ruh hallerinden geçtiğimi gerçekten merak ediyorum. Sanırım Freud amcanın beni incelemesine ihtiyacım var.
Ah ah “Freud çöz beni içinde havuz probleminin.”
Şu an Enrique Iglesias çalıyor. Bu adama aşık olmak yasal mı acaba? Hem annem de bunun babasını beğenirdi. Filmlerde olur ya büyükler kavuşamamıştır ama çocukları kavuşur. İşte bizim Enrique ile böyle bir ilişkimiz var, çaktırmayın. 
Ah, haksız mıyım ama, bakın şuna! <3


Ben gene daldan dala mı atlamışım ya? Hiç söylemiyorsunuz. -.- Hadi tamam bakın çorbanıza ben gelirim yine. ^^

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)

7 Nisan 2012 Cumartesi

Bir Seung Ri olamadın !



Seung Ri kim mi? Benim gibi Korecanlar bilir Big Bang diye bir idol grubunun varlığını. İşte o gruptaki ufaklığın adı Seung Ri. Grubun pandası diyorlar, tam olarak bunun nedenini anlamış değilim. Gözlerinden mi acaba? Neyse işte. Şirin bir şeydir. Komiktir. Güzel taklit yapar.
Peki benim bu çocukla ilgili ne gibi bir kuyruk acım var?
Geçenlerde en yakın arkadaşlarımdan biri bana bu çocuğun bir videosunu yollamıştı.  Sanırım Strong Heart programındandı. Seung Ri çıkmış, gruptaki diğer üyelerin taklidini yapıyordu. En çarpıcı ve güldürücü taklit ise Tae’nin “I’ll Be There” şarkısında yaptığı dansıydı.
(O taklitten görüntüler. Prensesi yerim <3)



O nasıl bir özgüven, nasıl bir taklit yeteneğidir öyle.  :)  Benim sorunlarım da tam bu noktada başlamış meğer.
Bugün yine kursa gitmiş kapıdan içeri girmiş ve dersliğime yollanmıştım ama bir de ne göreyim? Oturma düzeni değiştirilmiş sandalyeler u şeklinde dizilmişti. Geçtim oturdum bir yerlere. Birkaç dakika sonra Ünsal Coşar hocamız kapıdan girdi ve konuşmaya başladı:
“Arkadaşlar bugün nefes egzersizleri yapacağız. Sizi bol bol konuşturacağım.”
Ca-ca-ca-caaann! İşte kabusun başladığı an! Yine karşımda konuşmam gereken bir ders…
Derse gayet güzel başladık. Nefesimizi diyaframa yöneltmeye çalışıyorduk.
Nefes al.  Hmmmfff…
Ver.  Ssssss…
Boşalt.   Sah…
Patlat.  Hah-hah-hah!
Sonrasında iş değişti.
Kağıt al, 3 nesne yaz.
Kağıtları karıştırdık, birini seç.
Çıkan 3 nesneyi birkaç dakika boyunca konuşacak şekilde hikayeleştir.
Arkadaşlarım orada çıkmış kendi hikayelerini anlatırlarken bana gelmiş olan “yıldız”, “sümbül” ve “kapı” kelimelerine bir hikaye uyduramamıştım. Baktım ki hikeyenin geleceği yok sondan birkaç kişi önce kendimi çıkmaya ikna edebildim. Zaman kazanmak için kendimi tanıtırken bir sorunum yoktu her şey doğaçlama ilerliyordu. Sonrasında aklıma birden bir hikaye geldi ve işte işler o zaman karıştı. Bilirsiniz kafanızda bir şey kurarsanız sahnede onu anlatmanız çok zor olur. Saçmalık abidesi hikayemin yarısına anca gelmişken heyecandan nefesim kesilmiş, sesim titremeye başlamış, yüzüm kızarmıştı. Elim ayağıma dolanır olmuştu. Ama orada durup hikayeye devam etmeliydim. Pabucumu bırakıp az sonra balkabağına dönüşecek olan arabama koşamazdım.  21. Yüzyılda işler öyle yürümüyordu.
Peki ne yaptım?


İşte Seung Ri’nin bu dansta yaptığı gibi kendi etrafımda döndüm. (Ne güzel dans etti be öyle o.O) Fakat benim bu kendi eksenim etrafımda dönüşüm Seung Ri’nin kararlı bakışlarından çok “Kahretsin, ne yapacağım!?” içeriyordu.  Böylece heyecanlandığımı belli ettim ve geri bana bakan o yirmi çift gözle temas kurdum.   Sonrasını hatırlamıyorum. Heyecanım geçmedi, konuşmamı berbat ettiğimin farkındaydım. Bitirdim ve yerime oturdum.
O an kendime şunu dedim :  “Cinderella! Aptal kız. Bir Seung Ri kadar olamadın!” Onun, Tae’yi taklit ederkenki özgüvenini bir bulamamıştım kendimde.  Sonra düşündüm. Bunun birkaç nedeni olabilirdi. Örneğin; karşımda sürekli hatalarımı not alan bir öğretmen olduğu için yapamamış olabilirim. Ya da herkes beni izlediği için. Ama asıl sorunun ne olduğunu biliyorum.
Yanımda o sarışın tombiş tatlı prensesten olmaması tabi ki!
Bir de Seung Ri kadar yakışıklı değilim ( Biliyorum asla da olamayacağım. -,-)
Ah, işte böyle. Hayat çok zor. Tanrı Şirinler Köyü’nü korusun.

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)

6 Nisan 2012 Cuma

Evet, Nermin. Söz sende!


Bir muhabir olmak nasıl bir şeydir merak etmiştim hep.
Trt’yi açarsınız, Nermin Tuğuşlu o güzelim sesiyle haberini sunar ve muhabire bağlanır. Muhabir yangın yerine varmıştır ve o kör dumanın içinde size öğrendiklerini aktarır. Çok zor görünmüyor. O halde muhabircilik oynayabiliriz değil mi?
Değil işte! Merkezdeki spiker “Bilmem nerenin bilmem neresinde çıkan yangınla ilgili bilgileri almak için, olay yerindeki muhabirimiz Cinderella’ya bağlanıyoruz” dediğinde işler değişir.
“Teşekkürler Nermin! Sabah dokuz sularında çıkan yangının bla bla bla.Şu anda bla bla bla. İtfaiye erleri bla bla bla. Şiddetli rüzgarın bla bla bla yetkililer bla bla bla. İlerleyen saatlerde gelişmeleri aktarmaya devam edeceğiz. Söz sende!” diyemezsiniz. Ben diyemedim en azından.  Neden? Çünkü hiç televizyon izlemiyorum. Neden? Konuşurken çok heyecanlanıyorum. O halde ben neden bu kurstayım? Cevabını bilmediğim için bu konuyu geçiştiriyorum. Velhasıl demek istediğim.; haberleri izleyin, arada sırada televizyona bakın. Lazım oluyor. Heyecan konusuna gelince, kelin ilacı şimşir tarak. Böyle değildi sanırım. Neyse.
Sanırım bu yıl kalın tabanlı ayakkabılar çok rağbet görüyor.  Alış veriş sitelerinde hep karşıma çıkıyorlardı. Sonra benim de böyle bir pabucum olduğunu hatırladım. Malum benim camdan olanların modası geçmişti artık.  
İşte o ayakkabılar…



Sonra dedim ki kendi kendime; “Vay be modayı sen belirliyorsun! İkoncan olmuşsun sen artık” Çok havalıydım o an. ^^ Ama aklıma Ivana Sert geldi ve bu sefer de şöyle dedim; “Turgiyeyin, en şık kadin bu olamaz. Bizimle diyılsin.” Böylece eski mütevazi hayatıma döndüm ve bloğumun başına doğru yumuşak bir geçiş yaptım.
Şu an büyük sıkıntılarım var. Örneğin; bu odayı kim toplayacak? O giysiler nasıl kuruyacak? Şu sınavlara kim çalışacak? Aklımda deli sorular… Ben iyisi mi bir yerlerden başlayayım.
Gündemden gelişmeleri aktardık.İlerleyen zamanlarda biz yine burada olacağız. Bizi izlemeye devam edin!

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)

5 Nisan 2012 Perşembe

Yeni Yıl Gelmiş Nisan'da !


Kendime soruyorum.
“Sen yenisin galiba?”
Sanırım yeniyim. Bir insan bir blog açmanın düşünme aşamasını nasıl olur da yıllarca sürdürebilir? Tanrı Şirinler Köyü’nü korusun, çıldırmış olmalıyım. O halde bana ders olsun bu ve yeni bloğum da yılbaşım olsun.
Bahar ve gevşek gönül yayları ile ilgili bir şey vardı ama unuttum şimdi.  Ne yalan söyleyeyim bir gevşeme var gerçekten.  İnsan okuldan, işten soğuyor. E haliyle bir boşluğa düşme hissi de alıp götürdü bu asosyal prensesi. O halde ne yapmalıydı? Düşündüm ve de yataktan bilgisayar başına taşındım. Sonra da dedim ki kendime; “Hey Cindy!” Hadi kendine bir blog aç, oyalan oralarda.” Tabi bu fırsatı kaçırır mıyım? Hemen kabul ettim. Sonuç olarak buradayım işte. Ne oldu, boyun mu uzadı derseniz; hayır aynıyım ama olsun. Bu blog benim yeni yıl hediyem olacak.  ^^
Yeni yıl dedim de… Dün sınav çıkışı en yakın kozmetikçiye gidip kendimi ödüllendirdim ve yeni ojeler aldım. Kıyıda bulduğum garip bir kırmızı ve parıltılı bir şeyler… Aslında aklımda bunları ayrı ayrı sürmek vardı ama birden ojeleri birbirlerine eklemiş olduğumu fark ettim.

Sizce de yılbaşını anımsatmıyor mu? Bana öyle bir çağrışım yapıyor. Pırıl pırıl parladı, ne kadar da tatlı. Yeni yıl zamanı geldiğinde bu ojelerimi sürmeliyim. :)
Kore hayranı bir prensesim ben. Orada yeni bir saray yaptıracağım kendime. :) İki gün önce yeni bir Kore dizisine başladım bu arada. İsmi “Oh My Lady” 2010 yapımı olmasına rağmen yeni izliyorum. Genç bir yıldız ve kendisinden daha yaşlı olan bir kadın hakkında. Bir de küçük Ye Eun var ki, çok şeker bir yaratık. Ben bu küçük kıza aşık oldum. Benim gibi izlemeyeniniz varsa, izlemesini tavsiye ederim diziyi. Şimdilik güzel ilerliyor. 

İşte dizimizin afişi.


Bu da güzellik abidesi Ye Eun <3


Şimdilik bu kadar. Yine gelirim ben. 


Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle...   :)