Pages

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Gel tezkere annen sana terlik pabuç alacak.

Uuuu... Şaka maka yarın bitiyor ayık olun ^^ tezkereyi erkene aldılar sağolsunlar <3 Yani bu ne demek? Yakında yeni yazı geliyor demek, ne demek olacak... Altında egzantirik bir şeyler aramayın hemen, burada ciddi (!) bir iş yapıyoruz. 
Neyse gecenin bir vakti olmuş, bloğu açmış saçmalıyorum. Ben yatayım da yarın sınavıma gireyim. Kendinize iyi bakın. Jal ja bebişler. ^^ 

Bu arada şu sıralar Kore'ye çok takıldım birinin önümü alması gerek. O biri de ben oluyorum. Bundan sonra bir müddet "Seyreltilmiş Korecan" olmaya karar verdim. 


Tamam bu sefer gerçekten jal ja ^^ 

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle... :)


28 Mayıs 2012 Pazartesi

Şafak Vakti

Eveeeettt...
Şafak 4 gün 1 saat... Sınavlarım bitiyor. Sadece 4 güncük kaldı. sabretmeliyim. Etmeliyim, etmeliyim, etmeliyim!
Yeni bir haber var.
Harry Potter'ımı yazmaya başladım. Bir Harry Potter değil ve evet gerçekten de şu Kuzey ve Güney'deki mezar bekçisinden esinlendim ama olsun ben de kendi çapımda bir şeyler deniyorum. Belki benim yazdığım da sevilir ne biliyoruz? ^^
Şimdi bir günlük boşluğum var ve sonra sınavlara devam. O zaman ne yapıyoruz? Yapmadığımız bir şey yapıp çalışıyoruz. Tabi bunu burada söylemek kolay da pratikten ne haber derseniz bir şey söyleyemeyeceğim.
O zaman ben biraz deneme yapayım.
Bu arada tırnak süsleme işine gireceğim, çok eğlenceli ^^
Neyse kendinize iyi bakın, yine geleceğim ^^

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle... :)


19 Mayıs 2012 Cumartesi

Kendi Harry Potter'ımı yazıyorum.


Her şey o telefon görüşmesiyle başladı. Depresyonda olduğum şu günlerde hayatımın tek güzel yanı ailemden gelen telefonlar oldu.

Diğer insanları bilmiyorum kaç yaşında vuruyor ama bu “gelecekte ne olacam ben yahu?” düşüncesi beni bugünlerde vurmuş bulunuyor. Ben ki bir felsefeci, hiçbir mesleğin garantisinin olmadığı Türkiye’de en çok boşlanmış alanının gelecekteki temsilcisi… Ben ki çok özenip geldiğim bu bölümün müthiş kültür öğretilerine rağmen felsefeden nefret etmiş insan… Ne olacak benim sonum? Ne olacak bu felsefenin hali? Nereye gideceğiz? Nereden geldik? Daha da önemlisi biz buraya neden geldik?
Pek çoğu için bu sorunun cevabı “puanım buraya yetti.” ya da “karambole burası geldi işte.”dir. benim için böyle değildi. Ben danışmanımla inatlaşmıştım illa felsefeyi yazacağım diye. Çünkü çok eğlenceli görünüyordu. Lisedeki öğretmenim sevdirmişti. Kuzenim felsefe okumuştu. Zaten en çok ona özenirdim. Ama belli ki onunla benim aramda kişilik farkları vardı. Ya da kendi içimde günler geçtikçe kişiliğim farklılaştı. Her neyse ne olduğu önemli değil. Önemli olan artık felsefeyi sevmiyor olmam. Oysa ki ilk yılımda özenerek başlamıştım. Bu yılsa bütün öğretmenlerimi bir kavanoza hapsedip bir tekmeyle uzaklara fırlatmak istiyorum. Bütün filozofların kitaplarını toplayıp mezarlarına, yanlarına gömmek istiyorum.

Bir öğretmenimizin dediğine göre ; kimisi felsefeden nefret ederek gelip aşık olarak çıkarmış. Kimisi nefret ederek gelip nefret etmeye devam ederek mezun olurmuş. Kimisi severek gelip sevmeye devam edermiş. Kimisi ise severek gelip nefret ederek mezun olurmuş. Sanırım ben sonuncu kategoriye giriyorum.

Girmek istemiyorum! Ben kategori olmak istemiyorum! :(

Ama bu saatten sonra olmuş bitmiş şeylerle ilgili isteklerimiz önemli değil. Önemli olan bundan sonrası için ne isteyebileceğimiz. Şu anda depresyondayım deme sebebim de bu zaten. Her şeyi yüzeysel yaşayan bir insan olarak gerçek bir depresyon halinde olmadığımı bilmenizi isterim. Sadece yaşadığım karmaşanın adını depresyon koydum.

Dedim ya önemli olan ileriki istekler. İşte benim sorunum burada. Ne istediğimi bilmiyorum. Ya da her şeyi her şeyi istiyorum. Doyumsuz deniyor sanırım bu insan türüne. Hiçbir eksiğim olmamasına rağmen bir şeylerin hep eksik olduğunu düşünüyorum. Zaten nasıl tam bir yaşam sürülebilir ki? Herkesin bir eksiği vardır mutlaka. Ancak insanlar ellerindekiyle yetinmeyi bilirken ben bunu neden yapamıyorum?
Bunu aileme söylediğimde en azından kendisi için daha iyisini isteyebilen birisin diyorlar. Ancak bu beni avutmaya yetmiyor. 

Asıl kötüsü istemekten vazgeçmeyi de istemiyorum. İstemek ve başarmak istiyorum. İstediğim o şeyleri elde etmeyi her şeyden çok istiyorum. Sanırım sorun her şeyi aynı anda istemem. Ancak bir şeye karar versem bile bu başka şeyden vazgeçmek anlamına geldiği için mutsuz oluyorum. Bir yandan da yaşama yolunu bulamamış olma korkusu beni bir türlü rahat bırakmıyor.


Bazen diyorum ki keşke bir Harry Potter da ben yazsam. Yalnızca kendim değil ailemi de güzel yaşatırdım hem. Çünkü ben olabilecek ailelerin en iyisine sahibim. Çünkü onlar ne istediğini bilmeyen bir çocukla uğraşmak zorundalar.
Bir Harry Potter yazabileceğimi sanmıyorum. Ancak Kuzey ve Güney’deki mezar bekçisi aklıma bir şeylerin gelmesine sebep oldu. Bu sayılır mı? Sayılırsa hemen yazmaya başlayabilirim, bence yapabilirim.


Yine tüm duygu selinin içine limon sıktığımın farkındayım. İnsan melankolikleşmeden yapamasa bile onun içinde fazla kalmak o kadar can sıkıcı ki… En kısa zamanda yolumu bulmam gerekiyor. O zamana kadar depresif sinyaller alırsanız çaktırmayın. Burası bir günlük sonuçta. Burada her şey olmalı. :)

Okuduğunuz için teşekkürler. Yine geleceğim. ^^

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)


18 Mayıs 2012 Cuma

Yaşımı hatırlamıyorum.

Kafamda çok şey var ancak yazacak bir tek şeyim bile yok. Tanrı Şirinler Köyü'nü korusun! ^^
Bir sonraki doğum günümde kaç yaşına gireceğimi, şu an hangi yaşı yaşadığımı bile hatırlayamıyorum. Çok sinir bozucu...
Lanet olası sınavlarım bittiğinde yine gerekli gereksiz pek çok şey yazmayı planlıyorum. Lütfen ama, birkaç gün yazmadım diye saçmalıklarım bitti sanmayın. ^^  Denizde taş, bende saçmalık ^^ 
O haldeee... 
Şu an bininciye döndürüp dinlediğim bu şarkıyı buraya bırakıp gidiyorum!



Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle... :)


3 Mayıs 2012 Perşembe

Kendi düğünümü kaçırdım -,-


Ezik miyim ya ben? Aptal mıyım? Kafayı mı yemişim? Ne bu? Bu ne? Ne… Ne… Ne…

“Ne diyorsun be?”demeyin. Çok garip çalışan bir hayal dünyam var benim. Bilinçaltım artık ne yediyse sapıtmış. Hazımsızlık falan çekiyor olmalı. Ya da sadece yine üstüm açık kalmış. Yoksa rüyalarım nasıl bu hale gelirdi?

Herkes rüyasında bir prensle evlendiğini görebilir. Ya da zamanda yolculuk yaptığını... Ya da önemli bir görüşmesi varsa bunu kaçırdığını görebilir. Dolandırıldığını görebilir. Veya hayranı olduğu bir şarkıcının sevgilisi olduğunu…
Ben nasıl oluyor da hepsini bir araya getirip görebiliyorum? Bir kere o kadar çok olayı art ardına görmek rüya süresi kanununa aykırı. Komaya girmem gerekirdi. O halde ayrı ayrı gördüm bu rüyaları ama hepsi yine de birbirine bağlıydı. Bazen gerçekten de büyülü bir masal kahramanı olabileceğimi düşünüyorum. Tanrı şirinler köyünü korusun.

Gezegenlerin ve Ay’ın yerlerinin değişip dünyaya yaklaşmalarının ardından beynim zamanda yolculuk kavramına el atmış olacak ki her şey kendimi otuz yaşındaki bedenimin içinde buluvermemle başladı. Şu yirmi yaşımdaki halimle uyanmışken aynada otuz yaşındaki beni gördüm. Keşke Otuz Olsam’daydım sanki. Gayet güzel giyinmiş evde vakit geçirirken akşamüstü telefonuma bakmayı akıl ettim ve gelen aramayı cevapladım.

Ca-caaaaaa!

“Seni kaç defa aradık! Neden düğüne gelmedin hı? Henry ne kadar üzüldü biliyor musun?” diye kardeşimin sayısız sorusuyla karşılaşmıştım.

“Ne düğünü be?” diye çıkıştım ama sormaz olaydım.

“Senin düğünün, salak!” cevabını almıştım. Otuz yaşındaki ben evleniyor muydum? Hem de Henry diye bir adamla… Vay canına, demek Avrupa ülkelerine açılmıştım. Kardeşim konuşmaya devam etti.

“Hani Prens Henry ile evleniyordun ya?!”

Nasıl yani? Prens Henry mi? Dur ya ben anlamadım… Kendimi toparlayıp kardeşime olan biteni anlattım. İlk başta inanmadı ama sonra aklına yatmış olacak ki, Henry’nin kim olduğunu anlamam için telefonumu ve bilgisayarımı kurcalamam gerektiğini söyledi. Onu daha sonra arayacağımı söyledikten sonra dediğini yapmaya başladım.
Bu da neydi böyle?
Amanındı!
Olamazdı!
Ama olmuştu…
Bu bizim bildiğimiz Prens Henry değildi.
Bu Prens Henry benim hayal ürünümdü.
Ah kafamı nerelere vursaydım ki?
Tam bir afet olan Prens Henry ile düğünümü kaçırmıştım. Ben ölmeliydim. Şu fotoğraflardan ve elektronik postalardan birbirimizi ne kadar sevdiğimiz de belliydi. Oftu poftu… Hayat çok acımasızdı.
Kardeşimin de önerisiyle Prens Henry’yi arayıp durumu açıklamak üzere telefonu kulağıma götürüyordum ki yine bir haltlar döndü orada ve ben daha genç bir halime geldim.

Bu sefer daha katakulli şeyler yaşanıyordu hayatımda. Belli ki gizli bir polis teşkilatı için çalışıyordum. Kardeşimi de dolandırmaya çalışmış ama başaramayıp kaçmış bu adamı yakalamaya uğraşıyordum. Bu adama deli divane olan bir sevgili gibi davranıyordum ve o da bana bir anlaşma imzalatacaktı. 
Kardeşim, onun kendisini dolandıracağını anlamış ve Jennifer Lawrence yazması gerekirken yanlış duyduğunu söyleyerek Jennifer Lopez yazmıştı ve isimler hatalı olunca anlaşma geçersiz olmuştu. (ki ben bu ikisinin anlaşmanın nasıl bir parçası olduğunu anlamadım).

 Ben de anlaşma önüme geldiğinde aynı planı uygulamayı düşünmüştüm ancak adam yine aynı şey olursa anlar diye daha basit bir plan uyguladım ve kendime ait olmayan bir imza attım. O sırada olayı kameradan izleyen ekipler suçüstü yapmak üzere eve girdiler. Ancak bu sefer de adam beni korumak için bir odaya kendini ve beni kilitledi. Ekipler bu zor kapılı odadan girmeye çalışırken adam altıncı kattaki evden atladı ve terasa indi. Gayet de sağlamdı ancak her nasılsa benim gibi ekipten olan ama emekli olmuş babama rastlamıştı. Babam da eski alışkanlık olacak adamı silahıyla vuruverdi. Tam o anda ekipler odaya girmeyi başardı ve ben yine o garip hissi yaşadıktan sonra kendimi sokakta koşarken buldum.

Üzerimde pembe ayıcıklı pijamalar vardı ve saçımda dağılmış bir örgüydü. Elimde de bir şey tutuyordum ancak neymiş onu anlayamadım. Caddeye çıktım ve koştum koştum koştum… Bir yandan da sürekli arkama bakıyordum ve beni kovalayan şey her neyse onu göremiyordum. Muhtemelen yine benim gizli ajanlığımla ilgiliydi. Tekrar önüme bakıp koşmaya devam ettim ancak bir kol beni belimden kavrayıp çekmişti. Ara sokaklardan birine girmiştik ve adam beni sürüklüyordu. Bir apartmanın kapı girişine saklandık ve adam bana yüzünü döndü. O da nesiydi? En sevdiğim Koreli şarkıcı değil miydi ya bu? O da mı bu işlere bulaşmış ki? Ben şaşkınlığımı atamamışken o geldiğimiz yöne bakıyor beni kovalayanların geçip gitmesini bekliyordu.
“Sana bunun tehlikeli olduğunu söylemiştim. Gittiler. Eve gidelim artık.”

“Ne? Ne evi?”

“Cinderella! Burada kalıp ölmek mi istiyorsun? Yürü…”

Az sonra ev”imiz”deydik. Aynadaki halime bakılırsa yine otuzlarımdaydım. Koreli üstünü değiştiriyordu. Parmağındaki yüzüğün aynından bende de olduğuna göre evliydik de… O sırada ben yine zaman değiştirdim.

İşte yine Prens Henry ile düğünümü kaçırdığım gündeydim. Şimdi Bay Afet Prensi aramalı mıydım yoksa Koreliyle evlenmeyi mi beklemeliydim?

Hayat çok zordu, ben de uyanmayı seçtim.

Ah şu bilinçaltı… Derdi neyse beni böyle ümitlendiriyor pis şey! -,- Acaba üstümü mü örtemiyorum ya? O.o

Neyse… Yine saçma sapan rüyalar görmeye gideyim ben. ^^

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)



1 Mayıs 2012 Salı

Fly Me To The Moon !


Evet, açıklıyorum…
Ay ile yaklaşık yirmi yıldır seviyeli bir ilişkimiz var. O, benim için buralarda dolaşıyor hep. Hayır, yanlış biliyorsunuz. Dünyanın uydusu falan değil ki o. Sadece milyarlarca yıldır beni bekliyordu. Aksi takdirde her gece penceremin önüne gelmesini, rüyalarıma girmesini, çocukluğumdan beri ilgimi çekmesini nasıl açıklarsınız?
Hey! Biliyorum bazı insanlar (özellikle sanatsal bir ruh taşıyanlar) Ay’a aşıklar. Bizim ilişkimiz öyle bir şey değil kızmayın. ^^ Dedim ya seviyeli diye.
Her dileğimi yerine getiren en yakın arkadaşım o benim. Geceleri pencereye çıkın, kafanızı tamamen uzattığınızdan emin olun ve iyice yukarı bakın, iyice iyice iyice… Heh! Gördünüz değil mi? Çok yakın geliyor gökyüzü. Şimdi elinizi uzatıp yakalayın. Ne istiyorsanız. İster bulut, ister bir yıldız, ister Ay. Yakalayın işte bir şeyler. Şimdi dilek tutabilirsiniz. ^^ Dün yine bir dilek diledim. Şu an gerçekleşmesinin bir yolu yok ama ileride olacağına inanıyorum.  

Bu arada dün dilek dilemeden önce saçımı kurutmaya çalışıyordum. Bunun için havluya sardım ama bir türlü istediğim gibi yapamıyorum. Delireceğim. Dennis bebişim gel şu benim havluyu da bir bağla! ^^ Ya da bugün de şu havlu için bir dilek dilemeliyim. Ah her neyse, önemli olan kalpler kırılmasın…

Kalp kırılması dedim de bazen hayat sevgili kavgalarından ibaretmiş gibi geliyor. Ya da bende mi bir sorun var nedir, anlamadım. Yanından geçtiğim her çift kavga ediyor sanki…
+Bırak beni, seni dinlemek istemiyorum!
-Biraz dur, lütfen açıklayım.
+Neyi açıklayacaksın ha? Git o -biiip- ile konuş sen!
Bu ikisini geçip gidiyorum ve iki adım sonra telefonda sevgilisiyle konuşan bir adamın yanında yürüdüğümü fark ediyorum.
+Bak kızım, beni biraz rahat bırak taam mığ? Ne sanıyorsun? Sen gidersin başkası gelir, sırada çok bekleyen var.
-…
+Kız arkadaşlarımın yanında gelip bana trip falan da atma çekemem ben. Benim hazırda iki üç yedeğim olmak zorunda taam mığ?
Bunları duyunca dönüp de suratına bakmadan edemedim tabi ki. Hayır, bir Brad Pitt değildi, Kıvanç Tatlıtuğ da… Adam bildiğiniz Ajdarımsıydı. Haspam kendini nerede görüyorsa, kıza o şekilde söyleyebiliyordu. Kulaklığımı taktım ve yürümeye devam ettim.
Odama geldiğimde koridorda bir gürültünün koptuğunu duydum.
-Tuğçe! Tuğçe, beni dinle lütfen aşkım! Benim ne suçum var?
+Git buradan! Bıktım senden de ailenden de! Git diyorum sana giiiiiiiitttt!
-Tuğçe, ayakkabılarımı ve telefonumu ver bari. Bu halde nereye gideyim?
Yine dayanamadım ve bu sefer de kapıya çıktım çöp atma bahanesiyle. Zavallıcık, adam öldürülen metro istasyonlarından birinde tek başına, yalın ayak ve perişan şekilde kalmış Amerikan aktörlere benziyordu. Bir de ağlıyor, bir de ağlıyor… Bir şey demeden içeri girdim. Kavganın devamını duymamak için müzik açtım yine.
Ancak ertesi gün birlikte bulaşık yıkıyorlardı bu ikisi. ^^
O halde sözümü geri alıyorum. Hayat, sevgili kavgalarından ibaret değilmiş. Daha da önemlisi bende bir uğursuzluk yok, tersine ben barıştırmış sayılırım onları! O kadar, çöp atma bahanesiyle dışarı falan çıktık yani. Kesin benim sayemde kesin. ^^
O zamaaannnn… “Doris şekerim beni Ay’a uçurr!” diyorum ve de kaçıyorum. :))



Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)