Pages

30 Temmuz 2012 Pazartesi

İtiraf: Lisede Platonik Aşkıma Kötü Bir Şey Yaptım!




Az önce mutfağıma çekilmiş bulaşıklarımı yıkarken aklıma bir şey takıldı. Müthiş bir itiraf isteği oluştu içimde. Aman aman anlatılmaz yaşanır. İtiraf etmezsem çatlayacağım!
Ben çok kötü bir şey yaptım sanırım.

Sene 1912 Titanic daha batmamış… Dur bu önceki hayatımda yaptığım bi pislikti. Şimdikine dönecek olursak…

Platonik aşkıma yaptığım bir kötülük bu.
Lisedeydim bebeyimler. Çok geçmemiş üzerinden. Yani tam olarak kaçıncı sınıftaydım hatırlamıyorum ama muhtemelen, birinci ya da ikinci sınıfta değildim. Üç veya dört gibi bir şeydi.
Ben o zamanlar çok tuhaf bir öğrenci olduğumu düşünüyorum açıkçası. Sınıfta doğru düzgün sesim çıkmazdı. Üç tane adam akıllı arkadaşım vardı. (En çok sevgiyle hatırladığım, her halimi çeken sıra arkadaşım. :)) Yine de sevilmeyen biri değildim sanırım. Yani herkes bana gülerdi en azından.
Azıcık depresiftim aslında. Bildiğiniz ergen işte. İçimdeki potansiyel Pollyanna henüz uyuyordu o sıralar. En ufak şeyi sorun yapardım. Herkesin hareketi de batardı. Kimseyi beğenmezdim. Kendimi de hiç beğenmezdim. Farkındaydım da yani tavrımın.
Tuhaf giyinirdim. Okul formam rozet doluydu. Öğretmenler sinirlenirdi. Ayakkabılarım fazla renkliydi. Öğretmenler yine sinirlenirdi. Saçımı kağıt tutacaklarıyla doldururdum. Öğretmenler sinirlenirdi. Ama yine de kravatı sonuna kadar çekip, ceketimle örnek bir şekilde dolanırdım. Tüm bu kuralsızlığa karşı bir tezatlık yapmış ve bunu eğlenceli bulmuştum. Kendi kendime eğleniyordum. Bu şekilde olmam öğretmenlerin de hoşuna gidiyordu.
Heh işte bu görünüşü aklınızda tutun. Birazdan yine söz konusu olacak.
Her şeyi yavaş çekimde hatırlıyorum. *-*
Sınıfın olduğu kata çıkmak için merdivenleri kullanıyordum. Nöbetçi öğretmen merdivenlerin başında dikiliyordu. Kafa dengi bir kadındı bu öğretmen.
“Ayakkabıların ne kadar değişik kız.” demişti. Gülüp teşekkür ettim ve çıkmaya devam ettim. Hocamın yanından geçtim. Birkaç adım attım. Veee… Tam önümden geçip sınıfına yollanırken onu gördüm. Arkasına dönüp arkadaşına komik bir espri yaptı. Filmlerdeki gibi dönerken kravatı uçuştu saçları havalandı hatta. Hemen sınıfa koşup “Gizem galiba aşık oldum!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Hatta bağırmamıştım. Adeta haykırmış ve bayılmanın eşiğine gelmiştim. Sonrası film şeridi gibi. Arka fonda Minnie Riperton-Lovin' You çalıyor.


Bir bakmışım her gün kapıdayım, çocuğu izliyorum. Görünen kadarıyla çok eğlenceli bir tip. Etrafındaki insanlar hep söylediklerine gülüyor gibi. Popüler bir çocuk sanırım. Amanın benim gibi giyiniyor bu ya. Tam bir serseri edasında dolaşsa da kravatlar sonuna kadar çekik, ceketi ilikli. Ayakkabılar göz alıcı. Ben neden daha önce fark etmedim ki onu? Nasıl olur? Hem de yan sınıftaymış. E yan sınıftaysa Kübra’ya mı sorsam, sınıf arkadaşı sonuçta. Kübra anlatınca daha bir sevdim tam kafa dengimmiş ya.
Bana doğru geliyor. Ah konuştu, benimle. Benimle…

“Az önce gelip bana bir soru mu sormuştu o? Aaaah! Cansu niye vuruyorsun? Acıdı.”
“Aptal aptal arkasından bakıyordun!”

 “O değil de ben sürekli onların sınıfına gidiyorum, çocuk anlayacak. Ne yapsam? “
O sırada sınıfımızın “abisi” gelip “Gel ben götüreyim seni.” diyince bana bahane oldu, sanki onunla geziyormuş gibi görünsem de çocuğu görmeye gitmiştim.

Bir gün anahtarlığımı görüp yanıma geldi.
“Bunu alıcam senden.”dedi.
“O zaman bilekliğini alırım.”
“Onu vermem, ben de bir arkadaşımdan aldım.”
“O zaman…”
O sırada anahtarlığı alıp gitmişti bile.

Birkaç gün sonra yakın arkadaşlarımdan biri doğum günümde bana bir hediye verdi. İçinde o bileklik vardı. Ruh halimi anlatmam çok zor, garip şeyler yaşamıştım. Gülmekle ağlamak arasındaydı sanırım. Arkadaşım, benim doğum günüm için istediğini söylemişti ve o da bir şekilde vermişti.
İşte nasıl kötü bir insan olduğumun hikayesi başlıyor. Bu, çocuk başka bir okula geçmeden hemen önce oldu.
Tüm bunlarla birlikte, okula gidip geldiğim serviste bir arkadaşım vardı. O da bir başka sınıftaydı. Okula başladığım ilk zamanlarda serviste ilk tanıştığım insan... Bu kızcağız benim gibi değildi. Tam bir dişilik abidesi olarak sonraki dört yılda serpildikçe serpildi. Bir şekilde beni de çok severdi. Her an benimle ilgilenme eğiliminde olduğunu hatırlıyorum. Başım ağrıyor olsa, ya da bir şeye üzülmüş olsam hemen yanımda biterdi. Bense ona aynı bağlılığı göstermemiştim hiç. Bir gün servisin dolmasını ve gitmesini beklerken yine gelip benimle konuşmaya başladı. Kapı açıktı dışarıyı izliyorduk. Her yer öğrenciydi. Benim gözlerim tabi ki platoniği hemen bulmuştu. Kız bir yandan anlatıyordu, ben dinliyor gözüküyordum. Sonra gerçekten dinlemem gereken bir şey söyledi.

“Onu tanıyor musun?”
“Çok az.”
“Garip bakıyor. Öldürecek gibi, ya da nefret ediyormuş gibi.”
“Şey… O hep öyle sanırım. Başka türlü baktığını görmedim.”
“Ama çok hoş bir yanı var. Adını biliyor musun?”
O sırada dudağını ısırıp çocuğa baktığını gördüğümde elbetteki her şeyi unuttum ve içimdeki cadalozu ortaya çıkardım. Hemen oturduğumuz yerden kalktım ve soğuk şekilde cevapladım sorusunu.
“Adı mı? Uzun süredir ondan çok hoşlanıyorum. Sence adını bilmeme olasılığım nedir?”
“Ah… Umm. Tamam o zaman. Özür dilerim, bilmiyordum da.”
“Öğrenmiş oldun.”

Bana göre, açıkça “Uzak dur!” mesajı vermiştim ancak daha sonraları kızın da onu izleyip durduğunu gördüm. O andan sonra kız ne zaman ona yaklaşsa kötü bakışlar atıyordum ve o da uzaklaşıyordu. Daha sonra çocuk başka bir okula gitti. Birkaç arkadaşım benim telefonumu kullanarak ona ilan-ı aşk etti. Benim adıma, ama benim isteğim dışında.  Bana kalsa sonsuza kadar içimde tutardım ne de olsa. Çocuk kibarca beni reddetmişti ve de olay kapandı.
Ancak, o arkadaşıma söylediğim şey beni üzüyor şimdilerde. Çocuğun beni sevmediği oldukça açıktı ve ben de farkındaydım. Aramızda bir şey olmayacağını biliyordum. Belki o kızla aralarında güzel bir şeyler olabilirdi. Belki de, ne bileyim hayallerinin kızı falandı o kız. Ama kendime dur diyememiş ve bir anda öyle bir insan olmuştum. Halbuki, adını söyleyebilirdim. Kendi hislerimin platonik olduğunu kabullenip onlara izin verebilirdim. Tersine engel olmuş gibi hissediyorum. Daha doğrusu kıza engel olmuştum. O çocuk zaten aşkı birileri gözüne sokmadan onu görecek türde biri değildi. Buradan bunun için o arkadaşımdan özür diliyorum. Tabi o çocuktan da. Umarım beni affederler.

Büyük bir itiraf yapmış gibi hissediyorum. Kötü bir davranış sergilemişim. Söyleyince hissettirdiği suçluluk biraz azaldı.

İşte bebeyimler. Bu Asosyal Prenses aslında kötü cadının huyuna çekmiş biraz.
Şimdilik bu kadar. Kendinize iyi bakın.

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)




25 Temmuz 2012 Çarşamba

Turkish VIPz Krallarına hediye yolluyor!


Kaykayı boyamıyorum maalesef. -,-
Onun yerine kaplamalı bir şeyler yapıyoruz. Ne demek olduğunu bile bilmediğimden hiç bulaşmıyorum bile. :D Zaten neye bu kadar heyecan yapsam hüsrana uğrarım. -.- Ama onun dışında mantıklı da bir karar diye düşünüyorum.

Zaman kısıtlı bebeyimler. Kaykayı al, bana yolla, ben boyayayım geri yollayım derken bu hediyeler ne ara Kore’ye yollanacak da milleri kilometreleri aşıp onlara ulaşacak? O yüzden daha kısa bir yol seçildi.

(Yine de… O kadar tasarım yaptım. Yırtıp atacak mıyım? Tabi ki hayır. En yakın zamanda o tasarımı kendi kaykayıma uygulamayı düşünüyorum. Yani… Emektarı, beklemede olduğu garajdan çıkarıp ona yepyeni bir görüntü verme zamanı. G-Dragon’a ulaşacak kaykayı boyamıyor olabilirim ama dünyadaki tek GD karikatürlü ev yapımı kaykayı benimki olacak! Bu kaykay kimsede olmayacak, bundan emin olabilirim. ^^ Tabi onu o şekilde boyayıp süsleyince pis sokaklarda helak etmeye kıyabilir miyim orası muallak ama bana da eğlence olsun bebeyimler. :D  Yapmaya başladığımda her adımı burada paylaşacağım!)

Bu arada 6. Yıl albümü için fotoğraflarınızı çekmeye başlasanız iyi olacak, çünkü krallara “daha nice 6 seneler” “biz sizi 30 tane 6 yıl geçse de seveceğiz.” demek istiyoruz. Turkish VIPz’in onları ne kadar sevdiklerini görsünler istiyoruz. 

Bunun için http://duygusuzcuk.blogspot.com/2012/07/viplerin-dikkatine.html adresine girip yazıyı okumanızı tavsiye ediyorum.

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Burası benim evimmiş meğersem.



Dırım dım ! Fırat mod bebeyimler !

Başlangıca aldırmayın. Dramatik yazacağım bu sefer, çünkü bu “ev hissi” dramın gözünü çıkardı.

Neresi benim evim biliyor musunuz? Korecanların, özellikle VIP’lerin olduğu yer benim evim.
Koyu bir Linkin Park hayranıydım önceden. (Şimdi de dinlerim ama koyu değilim, açığım. Açık açık söylüyorum -,-) Linkin Park forumlarında  sıkı bir takipçiydim de aynı zamanda. Yine de aktif olmazdım. Bir sürü etkinlik yapılırdı ama hiçbirine katılacak cesareti bulamazdım kendimde. Bilirsiniz “Aman kızım…”lar dönemiydi. Tam ergenlik dönemim işte. En fazla on yediyimdir. Annem sıkı Teoman hayranıdır. “Daha on yedi…” diye bir şarkı söz konusuyken Cinderella nasıl katılsın etkinliğe?


Bari dedim Mike’ı örnek alayım. Bu adam güzel çizerdi. Kaykaylar boyardı, kaykay ayakkabıları tasarlardı. Demek ki kaykay yapıyordu. Bunları alamazdım ama yaşadığım yerde bunlar satılıyordu ne de olsa. Hemen bir yerlerden buldum ve kaykaya başladım. Gitarını boyuyordu şimdi de. Cidden çizmek konusunda iyiydi. Ben de annemde ve babamda-ikisinde birden- yetenek olduğuna göre bana da geçmiştir diyerek başladım çizmeye. Mike gitarını boyadı, ben gitara kıyamayıp dümdüz sıradan bir dosyanın üzerini aynı şekilde boyadım.  Tabi bir de Se7en logosu ekledim, onu da severdim çünkü. Şaşırtıcı derecede güzel olmuştu. Sonra o dosyayı ayrı bir dünyaya dönüştürdüm. Öncelikle kapağın içine harika bir çizelge hazırladım. Her şeyim, tüm programım buradaydı. Sıkıcı işler bile eğlenceli görünüyordu. Yapıştırmalar, not kağıtları, renkli kalemler, parlak bir sürü ıvır zıvır… Bir genç kızın ilgisini çekebilecek her şey... Bir de Harry Potter hayranlığımı belirtecek bir şey yapmalıydım. Altın rengi bir tüy kalem, ne kadar da harika dururdu dosyanın kapağında. Yoldan bulduğum kuş tüylerinden güzel bir tane seçip altına boyadıktan sonra işte hazırdı.

Resim yapabiliyordum. Yaratıcıydım. Kimse buna karşı çıkamazdı. Harika olduğum bir özelliğimi bulmuştum. En büyük eserim olduğunu düşündüğüm bu dosya işte bu özelliğimin bir kanıtı olacaktı. Böylelikle içini çizimlerimle doldurmaya başladım.  Kimisi portre olurdu, kimisi öylesine karalamalar… ders aralarında isimler karalardım. Sıra arkadaşımın, önümdekinin arkamdakinin isimleri… Ama o da neydi?  Ben çizdikçe insanlar görüp istiyordu. Graffitilere başladım işte bu şekilde. Yaptığım her şeyin fotokopisini çektirip orijinalleri veriyordum. Böylece bir kopya da bende kalıyordu. Dosyama koymak için. Böylece birikti ve birikti.


Linkin park hayranlığım köreldi ve Se7en’ın takım yükselişe geçti. Korecanlaştım korecanlaştım… Ama ben gizli korecandım. Kimse bir şey bilmezdi. Kendimce takılırdım öyle. Resmi de bıraktım bir güzel. Artık hiç yaratıcı bir şey yapmıyordum.  
Böyle devam ederken üniversiteye başladım. Ruhsuzdum açıkçası. Doğru düzgün arkadaş edinmemiştim. Oda arkadaşımla didişip dururdum. Eski arkadaşlarıma bile sinir olmaya başlamıştım. Korecanlığım da sönüyordu yavaş yavaş. Bir yılı böyle bitirdim. O yıldaki tek güzel şey olarak İngilizce derslerini hatırlıyorum. Dile ve seslendirme sanatçılığına yatkınlığım olduğunu anlamıştım bu öğretmen sayesinde.  Onca yıldır fark etmediğim bir şeyi göstermişti o kadın. O yaz evi bırakıp da oraya gitmek kolumu bacağımı sökmeye çalışmak kadar zordu. Sevmiyordum ki orayı. Sevmek? Nefret ediyordum demek daha doğru olurdu aslında. İkinci yıl başlamıştı.
Kabus yılı. Stephen King bunu yazmalı, Spielberg de çekmeliydi.
İngilizce öğretmenime mesaj attım. Yine onun sınıfında olmak istediğimi belirttim. Bana cevap dahi vermedi. Tek çekilebilir ders onunkiyken neden böyle yapıyordu şimdi bu kadın? Onunla da inatlaştım ve İngilizce dersi almadım.
Kendimi adayabileceğim tek şey de gidince boşlukta sallanmaktansa Korecanlığıma geri döndüm. Ama hafif bir başlangıç yapmıştım. Alıştıra alıştıra gitmeliydim yoksa çarpacaktı. Sonra çok garip bir şey fark ettim. Önceki yıldan beri sınıf arkadaşım olan Cemre de benim gibi korecandı. Senenin başında yapılan Kore Kültür Merkezi etkinliğiyle başladı böylece arkadaşlığımız. Birlikte gittik, güzel bir konser dinledik. Sonra hemen iyi arkadaş olduk, artık ayrılmıyoruz, daha iyi oldum falan demeyeceğim. Her şey kötüye gitti. Hoşlandığım çocuktan sıkı bir kazık yedim. Bu, önceki sene İngilizce derslerine giren kadının hayatını kaybetmiş olduğu gerçeğinin üzerine harika bir etki yarattı. Haftalarca ağladım sanırım… Ağlamaktan nefret ederdim halbuki. Dersler ise ikinci yıl epey zorlaşmıştı. Artık “Tanrı Şirinler Köyü’nü korusun!”u bırakıp “Beni korusun,beni!”lere geçmiştim. Cemre o sıralar, muhtemelen bilmeyerek, harika bir şey yaptı. Beni Big Bang’le tanıştırdı. Yani tam anlamıyla tanıştırdı. Hatta o gün bile V.I.P olmuş olabilirim.
Sonraki haftalar her şey Big Bang ile ilgili olmuştu. Oda arkadaşımla daha iyiydik ve ona Big Bang anlatıp duruyordum. Ara sıra onu “Boom Sha Ka La Ka” derken bile yakalardım. Dizilere geri dönüş yaptım. Ama tuhaf şekilde daha da sosyaldim. O çocuğu unuttum. Öğretmenimi ise tabi ki unutmadım. Ancak bana kattıklarına şükran borçluydum. Ama resme yeniden başlamadım. İki yıldır hiçbir şey yapmıyordum resmen. Elime renkli bir kalem bile almamıştım. Ve eksikliğini de hissetmiyordum. Yeniden buna başlamam ojelerle oldu. Tırnaklarıma resimler çizmeye başladım. Bayaa bir tuttu bu okulda. Yolda, markette, Burger King’de insanlar gelip gelip tırnaklarıma bakar olmuştu. Yeniden, resme yeteneğim var, diye düşünmeye başladım. Ama yine bir şey çizmedim. Tatile girdik. Ojelerimle takılmaya devam ettim. Big Bang ve Kore içinse aktifliğimden bir şey kaybetmedim. Sadece Seyreltilmiş Korecan olup daha az hayal kurdum. Bu işe yarayıp normale döndüğümde Twitter etkinlikleri başladı.
Big Bang ile ilgili bir etkinliğe katıldığımda insanların yazdıklarını okudum. O an bir şeyler değişmeye başlamıştı. Benim gibi düşünen pek çok insan vardı. ben de onlar gibi düşünüyordum. Hepimiz aynı şeyi istiyorduk işte. O beş adamı sahnede izlemeyi!  O güzel şarkılarını bize bakarak söylemelerini…  Linkin Park için de yapılsa bu etkinlik, gene aynı şekilde pek çok insanla aynı düşünür olurdum o zamanlar. Ama dedim ya orası değildi evim. Burasıymış meğer benim evim.


Başka etkinlikler oldu. Benim gibi düşünen daha fazla kişiyi tanıdım. Daha fazlasını tanıdıkça daha mutlu oldum.
Şimdi sonuncusu ile bambaşka bir şey yaşadım. Big Bang’in altıncı yılı ve Liderimiz GD’nin yaş günü sebebiyle düzenlenen bir etkinlik bu. Big Bang’e 6 yazılı kağıtlarla biz V.I.P’leri hediye ediyoruz. GD’ye ise kaykay sevdasına gönderme olarak boyayıp süslediğimiz bir kaykayı veriyoruz. Neden bu kadar heyecanlıyım tahmin edersiniz? Çünkü uzun zamandır ilk kez resim yapmayı yeniden istiyorum.
Evvet, kaykayı boyamak istiyorum! kafamda bir karikatür oluştu bile. 
Pembiş saçlarıyla liderimizi bir kağıda resmettim. 


Elbette tasarımın tamamını buraya koymayacağım. Eğer o kaykayı ben yaparsam bu tamamen sürpriz olmalı lidere. Çizimi yapacak kişi kesinleşene kadar birkaç tasarımım daha olacak. Onları koyar mıyım buraya bilmiyorum. Ancak bildğim bir şey var ki o da çok heyecanlı olduğum.
 Bu arada unutmadan eklemeliyim.
Bu aralar Metropol Günlüğü'ndeyim.



Bu bloğu bildiğinizi biliyorum ^.^
Editör, Uzakdoğu aşığı, anime manyağı, Kore fatihi, yarı geek, bloggerımız Lee, kendini böyle tanıtır. Ben çok da tanımıyorum aslında kendisini. Bloğu oyun alanım gibi. Geziniyorum. Okuyorum. Ankete katılıyorum. Takılıyorum. ((:

İçimi dökesim geldi bu sefer. Asosyal ve pabuçsuz bu prensesin birkaç şeyini öğrendiniz. Onları benim için saklayın ve kendinize iyi bakın sayın okuyucu! ^.^

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)



17 Temmuz 2012 Salı

Trend'e katıldım, kitap okudum, fotoğraf çekeceğim!


Uuu bebeyimler o kadar yazmak istiyorum ki o kadar olur. Ellerim kaşınıyor sanki. Para falan da gelir belki. ^^

Hala hayattayım, yanlış olmasın. ^^

Baktım ki iki haftadır bir şey yazmamışım. Kısa yazmayı da sevmiyorum, biriksin diye bekledim. Sonunda da, e dedim Cinderella artık bir şeyler yaz. Vee en sonunda, yazmayı çok istediğim şeyleri, biriktirdiklerimi toplayıııp patlatacağım! ^^ Tamam kabul, bununla neyi kastettiğimi anlamadım. Yazacağım işte, siz öyle anlayın. Ben de öyle anlayım bari. -,-
Nereden başlasak?
Twitter!
Bir twitter adresim var ve çoğunlukla hiçbir aktivitede bulunmam. Süs olsun diye aldım sanki. O bana bakar, ben ona bakarım, bakışırız. Ya da öyleyDİK, demeliyim. ^^ Çünkü geçenlerde bir aşkım kabardı kendisine. Neden derseniz, trend etkinlikleri derim.
Biliyorsunuz, korecanım ben. ^.^ Benim gibi korecan olanlar bu aralar bir sürü etkinlik düzenledi twitterda. Ben de ilk defa katılayım dedim. İlk etkinliğim “mükemmellik vadisinin ötesindeki” müzik ilahlarım Big Bang ile ilgiliydi. 

Samsung Bring BIGBANG to TURKEY
Hemen Samsung'a BigBang Galaxy Afişini Ekleyip Fotoğrafladım. *.*

Ah, dedim. Bunu neden daha önce yapmamışım. Çok geriden geliyorum ama trendlere neden katılıp duruyorlar gayet iyi anladım.
O ne eğlence öyle! İnsanlar o kadar değişik ve güzel şeyler yazıyor ki, katılmasam bile okumak müthiş hissettiriyor. Ama tabi katıldığımda daha da güzel oldu. Seninle aynı şeyi düşünen insanlarla tanışmak mı?
Wow Fantastic Baby!
Korecan olmayı ve benim gibileri seviyorum! Ancak o bir yana, VIP’lere bayılıyorum ya ben!
O gün, Samsung’un BigBang’i getirmesini canı gönülden diledim ve sonraki etkinliklere yollandım. Ancak sonraki iki gün yapılan etkinliklere çok az katılabildim. Twitter benim onunla ilgilenmemden hoşlanmamış olacak, pek çok sorun çıkardı başıma. Derken derkeeenn… Bizler K-Pop Come To Turkey etkinliğini düzenlerken biz VIP’lerin lideri G-Dragon’umuz twitterda aramıza katıldı. Hala daha idrak edemediğimden ötürü arada bir girip bakıyorum gerçekten orada mı diye, çaktırmayın. Arkadaşımın da dediği gibi “Sanki adam, evime geldi.” ^.^
O mutlulukla, sonunu bir türlü okumadığım “Evrenden Torpilim Var” kitabımı bitirdim. Bu Aykut Oğut çok güzel yazıyor bilesiniz. Sanki karşımda yaşıtım varmış gibi hissediyorum. Kaç yaşındadır bilmiyorum ama ruhu genç, o kesin. ^^
Neyse, dediğim gibi kitabın sonundaki egzersizler bölümünü henüz okumamıştım. Dün onu da hallettim. Çok heveslendirdi bu egzersizler beni. Bir an yeniden hayata dönmüş gibi oldum sanki. Çünkü yaz tatilinin sıkıcı geçtiği şu günlerde bana harika bir oyun sunuyordu. Özellikle de bir tanesi…

Yaratım Panosu Egzersizi.
Elim titremiş biraz ama okunuyor. -,-

Bölümün devamında beynimizi kandırmanın harika bir yolu var. Tam bir “mış gibi” yapma egzersizi. Gülben Ergen “Ben ‘mış gibi’ yapmam.”diyerek halt etmiş! Mış gibi yapınca çok mutlu oluyor insan bir kere…
Bu egzersizde, bir pano oluşturuyoruz. Bu panoya hayatımızda istediğimiz şeyleri (maddi ve manevi fark etmez.) koyuyoruz.

“Hayallerimi kendim fotoğraflayabilir, resmedebilir, belgeleyebilirim bebişim!”

Buradaki örneklerden bir tanesini aktaracağım.
Yazarın, öğrencilerinden biriyle ilgili. Öğrencisi bu panoyu “çok keyifli olmak” amacıyla kullanacağını söylemiş ve bir hafta sonra dergiden kestiği bir fotoğrafla gelmiş. Bir reklamdaki gülen kadının fotoğrafıymış bu. Başkasının gülen yüzüne bakıp, bunu kendi hayatına yansıtmasının nasıl olacağını soran hocasına şu açıklamayı yapmış öğrenci: “Bu fotoğrafa baktıkça onun gibi olmak istiyorum. keyifli ve bu şekilde gülümseyebilen…”  Yazar, birkaç ay sonra baktığında bu öğrenci gerçekten de böyle gülümseyebiliyormuş. Hem de her gün her gün.
Yazar aynı şekilde bir haberi kesip üzerine de kendi adımızı yapıştırabileceğimizi, nesnelere ‘yeni telefonum , yeni çamaşır makinem, yeni ıvırım zıvırım” diye yazabileceğimizi de söylemiş.
Gerekenler; bir pano ya da eski bir ajanda (şahsen, sahip olduğum tek panom yurt odamdaki olduğundan ve üzerinde notlarım fink attığından ajanda kullanacağım.), kalemler, makas, çeşitli gazete, dergi, fotoğraf, başarı belgesi vs. Bir de yapıştırıcı gerek tabi, ama ben evde bulamadım şimdilik. Gidip alayım bari. ^^ Unutmadan, güzel bir müzik açmayı da ihmal etmeyin. Bunu ben ekliyorum, çünkü ilham vereceğini düşünüyorum. Bana verir en azından. Hele ki BigBang ise ^.^


Gerçekten de oyun gibi değil mi? Oyun oynayarak hayatımızı daha güzel yapacağız! Bence bu kitabı alıp okuyun… “Şiddetle tavsiye etmek” deyimini kullanıyorum bakın, ona göre! ^^

Bir de yakında profilim için yeni bir fotoğraf çekeceğim sanırım. Kendi kendimi çekmek zor oluyor ama bunu yapacağım! Sıktı yahu şu anki fotoğraf. -,-

Neyse neyse, gidiyorum. Çok konuştum. ^^

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)


2 Temmuz 2012 Pazartesi

Seyreltilmişlik 49 Gün'de biteeer


Ca-ca-ca-caaaannnn bebeyimler! 
İşteee yine bir garip ben! Tam da burada… Biraz daha solda. Hayır, öteki solunda. -,- 
İşte buldun. ^^ Aman ha bulduğunun bir hazine olduğunu sanma. Paçoz bir Cinderella şu gördüğün. ^^

Bu aralar hiçbir şey yapmamama rağmen o kadar meşgul hissediyorum ki… İş adamı vadisinin bile ötesinde sörf yapıyorum sanki. Yoruluyorum falan bir görseniz. Aslında ne yapıyorum biliyor musunuz?
Kargalar kahvaltı yaparken ben anca yatıp zıbarıyorum. Doğal olarak da öğlenin bir vakti kalkıyorum. Sonracığıma biraz sosyal “kıytırık” medyada oyalanıp televizyon başına yollanıyorum. World Travel Channel’da Let’s Shop diye bir program var, bilmem izleyen gören duyan var mı? İşte orada Cheryll’ciğimi izliyorum. Hatun fik fik gezip, gittiği ülkelerde alışveriş yapıyor len. Vallahi çok özeniyorum, ben de istiyorum. Ama sonra “daha evden çıkıp iki adım attığın yok Cinderella, halt yeme otur oturduğun yerde” diyorum ve de boynumu büküp rutin hayatıma dönüyorum.  Program bittikten sonra yine sosyal kıytırıklara dönüyorum. Bu yani, bu kadar. Sabaha kadar bilgisayardayım işte. Ve bu hiç hoşuma gitmiyor bilesiniz.

Bu arada, önceleri duyurduğum üzere Seyreltilmiş Korecan olarak hayatıma devam ediyorum. Yani başlıkta "bitti" dediğime bakmayın.
Dizilere bir süre ara vermiştim. Yoksa dediğim gibi, çok fazla kaptırıp depresyona giriyordum. -,- Bu Seyreltilmiş Korecanlık meyvelerini vermeye başladı ve ben sonunda –hala tam bir korecan olmakla birlikte- takıntılardan kurtuldum. Artık fazla gelişmiş hayal gücümün ürünü olaraktan Kore’de yaşadığımı falan düşünmeyi bıraktım. ^^ (oppam-hatta oppalarım- bile vardı len -,-) Artık oppam yok, Koreli değil de Türk olduğumun farkındayım ve Türkiye’nin en gezilesi kentlerinden birindeki şatomda yaşadığımı biliyorum. Sonuç olarak “okulun ağasıyım ben, kameraman beni çek! “.  Yani bunun anlamı –Cinderella’ya yakışmayacak ama-  ‘Hell yeah bebeyimler!”  oluyor. ^^

Bu kendinden geçmişlik fırtınası ve Kore komasının üzerimden kalktığını hissettiğim an kendimi denemeye giriştim. Bilin bakalım ne yaptım? Ben ki dram dizilerden fellik fellik kaçan ben… Gittiiimmm en efsanevi dramlardan birini izlemeye oturdum.

49 DAYS ^^


(Bu arada kimse bunu “forti nayn deyz” diye okumadı, bilmiyorum sanmayın. ^^ Hep “kırk dokuz deyz” işte ivladım.)

En ufak dram sahnesinde zırıl zırıl ağlamama rağmen bu dizinin yalnızca bitiş sahnesinden sonra, dizinin tamamına topluca bir ağlama seansı adadım. O da 5 dk bile sürmedi (ki bir dizi için haftalarca ağlamışlığım ve oda arkadaşımı bunaltmışlığım vardır.) ve hayatıma devam ettim. Demek ki artık onun sadece bir dizi olduğunun farkındayım, ne hoş ne hoş ^^ bundan sonra Seyreltilmiş Korecan olarak kalmaya dikkat edeceğim canlarım. ^^

Diziye gelirsek, kaliteli dramdı diyebilirim. Ve sırlarla dolu, demek de doğru tabir olabilir. Daha yeni izledim -,- Ama oyunculukları çok beğendim. Başrolün babasını çok beğendim özellikle, ne de hoş tepki veriyordu öyle. Bir de Ruh Bekçisi’ni.


 Diziye bir neşe kattı yahu, o ne öyle mık mık mık? Dramın gözünü çıkarmışlar canım aa… Neyse ki, şu Ruh Bekçisi’ni donuk sıradan bir karakterden uzak neşeli, agresif ve komik yapmışlar. Bir de ben bu adamı My Fair Lady’de kılıksız mıymıntı bir avukat (avukat mıydı emin değilim gerçi de, mıymıydı işte -,-) olarak tanıdığımdan bu rolü başarılı yaptığını düşündüm. ^^
Neyse, demem o ki; izlemediyseniz izleyin bu diziyi.


Öyle yani bebeyimler, bir adet OST paylaşıp tüyeceğim buralardan ^^


Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)