Pages

10 Kasım 2012 Cumartesi

Neler yaptım? : Çok sanatsalmışım meğersem.





Selam benim canımın içleri, ciğerimin köşeleri, prenseslerinin biricik cimcimeleri! :)

Bir süredir yoktum.
Yazma ihtiyacım bitmemişti tabi ki. Diğer bloğumda takıldım sadece. Ama Jiyong’a anlatamadığım şeyler de var. Ona genellikle o anki hal ve hislere göre içimden akıp gidenleri yazıyorum. O yüzden uzun uzadıya yazayım dedim beni dinleyecek okuyucularıma. :)
Neler yaptım, nelere kızdım, nelere sevindim? Hepsini bu yazıda ortaya dökeceğim. ^^

Yaz aylarından beri doğru düzgün bir yazı ortaya koymamışım.
Evet, yaz aynı monotonluğuyla devam etti, o konuda hala dipteyim sondayım depresyondayım. -.- yine de yazın başladığım birkaç şeyin meyvesini alıyorum bu sıralar ve sürekli mutlu geziyorum ^^
Bildiğiniz üzere bilim ve felsefede kendimi bulamayınca sanata yönelmeye karar vermiştim. Bu günlerde, ilerleme kaydettiğimi fark ettiğim için mutluyum işte.

Baştan alıyorum tamam :)

Öncelikle belirtmeliyim ki çok sanatsal bir ailem vardır azizim! ^^
Hem annem hem babam (özellikle babam) iyi şarkı söyler.
Hem annem hem babam (özellikle annem) resimde iyidirler.

Böylelikle hem kardeşim hem ben yetenekli doğmalıydık sanırım. Kardeşim bunu kanıtlarcasına resim okumaya başladı. Sesini dinlememe izin vermez ama müzik eğitmeni, onun bu konuda iyi olduğunu söyledi. Bir de nereden geldiğini anlamadığım bir rol yeteneği var ki sormayın. :)
Bense felsefe okuyorum ve kardeşime gıpta ediyorum. Çünkü yetenekler benim için pek de açık şeyler olmadı.

Resimle ilgili yaşananları biliyorsunuz. Çok uzun bir süre ara vermiş ve yazın G-Dragon’a yollanan kaykayı çizerek dönüş yapmıştım. Daha sonra kağıt üzerinde değil ama başka bir alanda resimlere devam ettim.
Tırnaklar! Bunu da söylemiştim sizlere, ama örnekleri hiç göstermedim. Yaptığım nail artları yazının ilerleyen kısımlarında paylaşacağım. :)

Müzik konusuna gelecek olursak…
Sanırım her şey ilkokulda öğretilen şu şarkılardan biriyle başlamıştı. Öğretmenimiz, ne olduğunu hatırlayamadığım bir şeyden ötürü şarkıyı benim söylememi istemişti. Ben önce söyleyecektim ve sınıfa nasıl söylenmesi gerektiğini gösterecektim sanırım. Topluluk karşısında olma korkusuyla dolup taşarak, neredeyse ağlamaklı halde tahtaya çıktım ve şarkıma başladım. Tam olarak hangi şarkıydı bilmiyorum ama ya “Dağ başını duman almış…” ya da “Tohumlar fidana, fidanlar ağaca…” diye girmiştim şarkıya. O an sesimin nasıl olduğunu hiç hatırlamıyorum. Muhtemelen küçük bir çocuğun sesi nasılsa öyleydi :)
O anla ilgili hatırladığım şeyler; mutluluk ve rahatlamaydı. Öğretmenim bundan övgüyle bahsetmişti.
“İşte böyle!”

Öyleydi işte. Tam bir şarkı makinesine dönüştüm. Sesimin nasıl olduğuna aldırmadan, detone olsam bile deli gibi şarkı söylüyordum. Sözleri unutursam uyduruyordum, “Hmmm…” “Mmmm…” “La la la”larla geçiştiriyordum.
Ortaokula başlarken bir İngilizce kursuna yazıldım. Çok eğlenceli bir kurstu. Düzenli olarak İngilizce şarkılar öğretirlerdi bize. Önce sözlerini yazılı olarak veriyor sonra müzik eşliğinde koro halinde söyletiyorlardı. Sözleri okuyarak şarkı söylemek fikri oradan yerleşti aklıma. Sürekli ailemin iş yerlerine gidiyor, şarkı sözü çıktıları alıyordum. Sonra da evde yalnız olduğum zamanlarda banyoda bağıra çağıra şarkılarımı söylüyordum.
Şarkı söyleme işini ciddiye almam liseyi buldu. O zamanlar evimize internet de bağlanmıştı artık. Bu yüzden sözlere oradan bakardım. Grip olduğum bir gündü. Boğazım şişmiş, ağrıyordu. Burnum sanki içine Amazon nehri kaçmışçasına akıyordu. Canım şarkı söylemek istiyordu ama boğazım yüzünden söyleyemiyordum. Teller titredikçe öksüresim geliyordu. Bir bardak su içtim ve tekrar sandalyeye oturdum. Dilbilgisi dersine giren bir öğretmenimin dedikleri gelmişti aklıma.
Bize şarkı söylemesini istemiştik ve hasta olmasına rağmen söyleyeceğini belirtmişti o da. Sırtını dikleştirip sandalyenin ucuna oturmuş elini de karnına koymuştu.
“Şarkıcıların hastayken bile seslerinin güzel çıkması buradan söylemelerinden kaynaklıdır.” dediğini hatırlıyorum. Sonra karnını şişirerek bir nefes aldı ve gayet normal şekilde zorlanmadan şarkısını söyledi.

Ben de duruşumu düzelttim, nefesimi karnıma doğru alıp söyledim. Burun tıkanıklığından dolayı hafif bir değişme vardı sesimde evet, ama çok rahat çıkıyordu. Sanki boğazım boş bir boruydu, hiç acıtmadan kolayca ilerliyordu. Üstelik kocaman evimizin her köşesinden duyulabilecek kadar da güçlü çıkıyordu şimdi. Sevmiştim bu işi. Bu yüzden öyle devam ettim ve beğenilerin arttığını gördüm.
Üniversiteye başlayınca söylemeyi azalttım. Kaldığım odalar o kadar ince duvarlıydı ki yan odada telefon titrese duyuyordum. Ben de mırıldanarak devam ettim. Günün birinde bana kötü söylediğimi söyleyen biriyle karşılaştım. Böylece mırıldanmayı bile kestim.

Bu yaz her nasılsa iki yıldır bastırılmış olan şarkı söyleme dürtüsü baskın geldi ve bağıra çağıra şarkı söylemelere başladım. Ancak o kadar boşlamıştım ki bunu bu sefer kendim de beğenmedim söyleyişimi.
Böylece bildiğim ya da araştırıp yeni öğrendiğim tüm ses alıştırmalarını yapmaya başladım. Gün içinde sürekli ve uzun süreli alıştırmalar yaparak birkaç haftada eskisinden kat kat iyi bir hale geldim. Çünkü daha önce sesim eğitimli değildi ve ben bunu denememiştim bile. O sıralar hevesimi kıran kişiye şimdi minnettarım. O bunu müzik bilgisiyle değil bana duyduğu nefretle söylemişti ama şimdi daha iyi olmamı sağladı.
Sonuç olarak birkaç aydır gerçekten fena olmadığını düşündüğüm şekilde şarkı söylüyorum. Artık yan odadakilerin duyup duymamasın aldırmıyorum. Sadece oda arkadaşım yanımdayken biraz utanıyorum ve söylemiyorum ama olsun. Sonuçta ben de dünya sahnelerine çıkacak değilim. :)

Çalışıp çalışıp güzel söylediğim şarkıların listesini tutuyorum. Yazının ilerleyen kısımlarında bundan da söz edeceğim.

Resim ve müzik dışında nereden geldiğini anlamadığım şekilde bir fotoğraf çekme tutkusuna sahibim. Bunlar da yazının ilerisinde.

Yaşadığım ve kısaca özetleyeceğim olaylar da yazının ilerisinde.

Yazının ilerisi dediğim yere geldik şimdi de. :)

Neler söyledim?


Bunlar söylemeyi başarabildiklerim. Rap yapamıyorum tabi. Normal vokalleri söylüyorum ben. K.Will-Please Don’t şarkısını da deneyeceğim bir gün ^^

Neler çizdim boyadım?

Çoğunlukla ojelerle çalıştım.
Önce tırnaklar...


Bunu yaparken ojelerin azizliğine uğradım aslında. sakız gibi bir kıvama bürünmüşlerdi. Sanırım fazla açık kaldılar. -_- İki gün sonra temizlemek zorunda kaldım bu yüzden. İçime sinmemişti çünkü.


Bunu ise tamamen can sıkıntısıyla birkaç dakika içinde yaptım. Gümüş rengi bir oje ve siyah zebra çizgileri. Deseni tek tırnağıma yapıp bıraktım. Daha asil duruyordu.



Bunu çok severek kullandım. Üstelik sürekli elde bulaşık yıkamama rağmen bir hafta hiç zarar görmeden durmuşlardı. Bu özelliklerine bayılmıştım. Pembe Leopar'ın gücü adına! 


Birkaç gün önce Mavi Leopar'ı da denemek istedim ama tabana sürdüğüm mavi biraz koyu kaçtı sanırım çok boğuk geldi, birkaç güne sildim bu yüzden. Daha açık bir mavi almalıyım en kısa zamanda. ^^


Bu da, şu an hala sapasağlam duran Galaxy ojelerim. Bu aralar favorim bu. Çok havalı durduğunu düşünüyorum. Işıl ışıl geliyor bana. O yüzden kısa bir arayla ikinci kez yaptım, ki genellikle bir yaptığımı bir daha yapmıyorum. Bir ay sonra yeniden yapabilecek kadar da zevk alıyorum hala :D

Tırnaklar bu kadardı. Çok fazla üstelemedim açıkçası. Pratik olduğu için düz renklerle idare ediyorum genellikle.

 Bir de kardeşimin telefon kılıfını boyadım. Kenarları kirlenmişti ve lekeler çıkmak bilmedi. Bari boyayayım dedim. Oda böyle oldu. :)



Aşağıdaki, ojelerle yapılmadı. (anlamışsınızdır :D) Tamamen teknolojik bir ortamda hazırladım. Amacı yok, nedeni de... Kardeşimin telefonundaki resim yapma programı eğlenceli görünüyordu ben de kullandım. ^^




  Nelere sevindim?


-Öncelikle bir köpek sahibiyim artık. Çok tatlı, akıllı, bir yaşında bir tatlışımız var. İsmi Rex. En sevdiği şey üzerinize atlayıp size sarılmak. Çoğunlukla öyle bir sıkıyor ki dış müdahale olmadan uzaklaşıp evin içine giremiyorsunuz. :) Çok yakışıklı ve de sevgi dolu bizim Rex’imiz :)

Bu da çaktırmadan çektiğimiz bir fotoğrafı.  :)

-Dedecikle bol bol vakit geçirdim. Çok eğlenceli bir adam olduğunu fark ettim. Bunca yıldır pek tanımamışım kendisini. Bana hayat hikayesini anlattı. Çalışıp çabalayıp geldiği nokta ise gerçekten muazzam. Umarım onun gibi olabilirim ilerde. İlginç esprileri var. Ve onunla belgesel izlemek inanılmaz derecede eğlenceli. :)

-Bir ilke imza attım. Hayatımın arkadaşlığını kurdum sanırım. Yaz boyunca yüz yüze görüşmediğim halde her gün konuştuğum bir arkadaşım olmamıştır hiç. Araya mesafe girdiği an insanları unutan bir yapım var ne yazık ki. Ama Cemre benim için bir ilk oldu. Tüm yazı başka şehirlerde geçirmemize rağmen hiç kopmadık. İki gün görüşmesek konuşacak konular dağ olurdu. Onunla yazın çok eğlendim. :)


Neler çektim?

Mankenin hep kız kardeşim olduğu bir sürü konseptsiz fotoğraf.  Fotoğrafta konu işlemem çoğunlukla. 


Ojeler çok hoş görünüyordu o yüzden çektim bunu :D Adını "Real Diamond (!)" koydum.



Makyajı uzun sürmüştü ama tek çekimde işimizi tamamladık. Adını "Türkan Şoray Kirpiği" koyabilirim, ha ne dersiniz? :)



Bu fotoğrafta içime sinmeyen bir sürü şey var. Örneğin saçların karmaşası. kolunun duruşu gibi. Ama yine de koymak istedim. Makyajı fena olmamış gibi.



Bu makyaj yenilebilir guaj boyalarla yapıldı. Çıkarması tam 27 dakika sürdü. Evet saydım :D



Nelere kızdım?

-Annemle babama kızdım. Ettikleri kavgalara… Annemin gidişine… Babamın akıllanmayışına…
-Yakın bir arkadaşıma kızdım. Çünkü bir hayalimden bahsettiğimde beni dalgaya aldı. Daha dinlemeden, beni yapamayacakmışım gibi etiketledi.
-Başka bir yakın arkadaşıma kızdım. Çünkü o da başka bir hayalimin önüne sözleriyle bariyer çekti. Yapmamamı söyledi. Biraz bencilceydi davranışı, ama arkadaşım olduğu için sustum. 
-Sınıftaki arkadaşlarıma kızdım ve devam ediyorum kızmaya. Çünkü… Nedeni yok, bir grup insan dışında sevdiğim pek kişi bulamadım işte… Ya da belki de üniversitede insanlar ukalalık yarışında olduğundandır.


Neler Öğrendim?

-Bir şeylerde daha iyi olmak istiyorsam çalışmam gerektiğini öğrendim. Kendimizi geliştirmeye çabalarsak her zaman diğerlerinden bir adım önde oluruz. Daha da önemlisi kendimizden bir adım önde oluruz. Örneğin benim için şarkı söylemek. Alıştırma yaparak önceki rezilliğimden daha iyi bir yere ulaştım. :) Resim ve fotoğraf konusunda da kendimi geliştirme çabalarına girişeceğim. Bakarsınız harika olurum! ^^

-Sonuçlar iyi olmasa bile yeni şeyler denemek gerektiğini öğrendim. Yenilikler iyidir, güzeldir.
 Örneğin bu. 


Kahve Dünyası'na gidip -sırf rengi için olduğunu itiraf ediyorum- Nane Limonlu Frozen'ı denedim. Ve beğenmedim. Ama "Hiç içmedim." demeyeceğim. :)

-Aykut Oğut'un haklı olduğunu öğrendim. Aman nazar değer diye bazı şeyleri kendimize saklıyoruz. Ona göre bu bize fayda getirmeyecekti. Haklıydı, bir şeyleri karşımdakilere anlatmış olsaydım, o şeylerden vazgeçmek zorunda kalmazdım. Bu aslında kendi kendimi engellemekmiş. Her zaman her şeyi söyleyeceğim.



Neler yapmak istiyorum?

-K.Will-Please Don’t’u söylemek konusunda alıştırma yapmak istiyorum. :) Taktım ona farkındayım, umarım hüsran olmaz. :D
-Kavak Yelleri’ni izlemek istiyorum yeniden. (Gerçi Efe bin kere ölmeyeydi iyiydi... ) Takip ettiğim sınırlı sayıda Türk dizisinden biriydi, bitirebilmek isterdim. Ve bitireceğim de umarım bu sefer ^^
-Piyanoya yeniden başlamak istiyorum. Çok iyi ilerliyordum aslında, bir çok şey öğrenmiştim. Neden bıraktım, hiç anlamıyorum. Çocuk kafası...
-Daha yeni şeyler çizmek, boyamak istiyorum. Yetmiyor bana bunlar, kabıma sığamıyorum sanki. daha çok şey öğrenmek, daha yaratıcı olmak istiyorum.
-Bir de yeni bir blog açmak istiyorum. Çünkü...


Bu tarz kulaklıklar yapıyorum ve bunları satabilirim diye düşünüyorum. 

Daha ayrıntılı görünüşleri.






 "Uzay Yolu" kılıklı olan kendi kulaklığım. "Metropol'de Gün Batımı" da arkadaşımın. Kulaklıkları birlikte almıştık. Ama beyaz renk çok kirlenmeye müsait görünüyordu. Ben de böyle bir şey yaptım.

Ayrıca bunları telefon kılıflarına uygulamak da iyi fikir gibi. Oda arkadaşımdan çıktı fikir. Zaten kardeşiminkini boyamıştım, neden olmasındı? :) Uygun, düz bir Iphone kılıfı bulup deneyeceğim. Beğenen olursa onu satacağım. Kendimde kalmasın diye Iphone kılıfı diyorum çaktırmayın. :D 
Yoksa üstüne yatarım ben onun. -_-

Velhasıl böyle.

Uzun zamandır yazmadım ya buraya, şimdi de önünü alamadım. Epey uzun bir yazı oldu. Buralara kadar okuyabildiyseniz teşekkürler.


Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)



10 Ekim 2012 Çarşamba

Ben aslında yoğum! (Yani bu aralar :))

Hevesimi alana kadar yeni blogumdayım sevgili takipçilerim ^^ Nedense ona yazmak daha bir zevk veriyor bana. Daha günlük şeylerden bahsettiğim için olabilir. Ya da mektup şeklinde olduğu için de olabilir.
Ama buralara yine dönüş yapacağım tabi ki ileride !

Mektuplarıma "göz misafiri" olmak isterseniz aşağıdaki adresteyim. :)


Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle... :)

4 Eylül 2012 Salı

Renkli Rüyalar Şirketi'nde GD postacı, T.O.P müdürmüş...


Sayın okuyucu… Bu bir rüya uygulamasıdır. Geceleri üstünüzü iyi örtüp uyuyun.  Aksi takdirde doğacak saçma rüyalar zincirinden müessesemiz sorumlu tutulamaz. 



…Budapeşte Budapeşte…

“Macaristan mı? Gerçekten evi Macaristan’dan mı aldın yani?”diye cırlıyordu işte kardeşim.
“Evet, bir anda oldu. Fiyatı da uygundu. Üstelik içinde at koşturabilirsin. Tek bir odası bizim ev büyüklüğünde. Ayrıca üç katlı.”
“Hemen geliyorum.”
Onun kalbini çalmak kolaydı tabi, büyük evlere hiç dayanamaz ki. :)
“Tamam.”dedim ben de.
Beş dakika sonra kardeşim, annem ve en yakın arkadaşım yeni evimin kapısında belirmişti bile.
“Burayı bulmak hiç zor olmadı. O kadar büyük ki her yerden görünüyor diyeceğim neredeyse.”dedi kardeşim.
“Tamam, hadi içeriyi gezelim. Ben de daha tam olarak dolaşmadım. Dur, şu çalışanlardan birini bulayım da önce. Onlar dolaştırsın.”
Bir an sonra ev hepimizin “Omo!” “Voaaa!” “Oha!” “Hmmm!” nidalarıya dolmuştu bile. Ev gerçekten kocamanlık vadisinin ötesinde olduğu içindi bu tantana. Pencerelerden bakıldığında görünen tüm o yeşillik ve ağaç kaplı alan bize aitti. İçerideki odalar hayal edebileceğimizin ötesinde muazzamlıkta ve güzel döşenmişti, daha ne isterdik ki.
Sonra güzel bir odaya girdik ve “Burası benim odam olsun!” diye atlama gereği duydum. Çünkü çok hoşuma gitmişti bu oda. Ama bize evi gezdiren kahya “Sizin odanız üst katta.”dediğinde biraz duraklamam gerekti. Suratına anlamsız bakışlar atıyor olmalıydım ki, “Ev sahibine ait oda en üst kattadır. Bunlar misafirler için.”diye ekledi.
Sanki her gün misafir çağıracaktım.

En üst kata çıkmadan önce ikinci katı da gezecektik. Bu amaçla yukarı çıkmıştık ki, alt kattakinden çok daha farklı bir manzarayla karşılaştım. Burası karanlıktı. Pisti. Odalar ise… Hayır onlar oda değildi ki.
“Hücre mi bu şeyler?”
“Evet efendim, lütfen hepiniz bu önlükleri giyin.”diyip ellerimize beyaz iş gömlekleri ve gözlükler tutuşturdu kahya. 
Bunları giyip gözlükleri taktığımızda ortalık biraz daha netleşmişti. O kadar netti ki az önce orada olmadığından emin olduğum insanları görmeye başlamıştım. Bizim gibi gömlekler  giymiş onlarca insan vardı orada. Kahya bizi itekleyip onların arasına karışmamızı sağladı. Kendisi de üzerine bir şeyler geçirip bize oraları tanıtmaya başladı. Hücrelerin içinde garip yaratıklar vardı. Hayır onlar insandı. Ölmüş insanlar. Ölmek üzere olanlar, bir de öldürenler… Aksi gibi ailemi ve arkadaşımı da kaybetmiştim o kalabalıkta. Ben onlara bakınırken kahya durmuştu. Bir yandan tanıdık birkaç yüz ararken aklımdan geçen tek şey “Paramızla rezil oluyoruz!” idi. Birkaç taramadan sonra sonunda onları bulup yanlarına ulaştım. O sırada kahya gerizekalısı da anlatacaklarını bitirmiş oradaki kapılardan birini açmıştı. Öndeki birkaç kişiyi içerideki ne idüğü belirsiz şeyin yanına itip kapıyı arkadan kapatınca korkumun tavan yaptığını anladım ve bizimkileri çekiştirmeye başladım. Hele içeriden gelen sesleri duyduğumda o birkaçı için çok geç olduğunu açıkça fark etmiştim.  Ama aynı şey bizim için geçerli değildi. Bizim aklımız hala başımızdaydı. Kaçabilirdik… Kaçmalıydık!
Ardımıza bakmadan koştuk. Şans eseri yakalanmadık da.
İlk uçakla Türkiye’ye gelmiştik. Kardeşim ve annem Eskişehir’e gittiler hemen. Bense arkadaşımla İstanbul’da kaldım. Şu an ne olduğunu hatırlamadığım bir işimiz vardı orada…
Şöyle bir bakındığımızda buranın bize tanıdık geldiğini fark ettik. Eskişehir’e benzetiyorduk. Biraz yürüdüğümüzde arkadaşımın evinin olduğu çevreyi andıran bir yer bile görmüştük. Oraya ulaşmaya çalışırken bizle konuşan insanlara hiç pas vermedik. Daha az önce, tanımadığımız insanlara güvenemeyeceğimizi öğrenmiştik çünkü.
Bengisu’nun sinirleri artık iyice bozulmuştu. Macaristan macerasının üstüne yoldaki serseriler tuz biber ekmişti. Oradaki binanın içine girdiğimizde de onun sinirini tetikleyecek bir olay yaşandı.
Bina bir şirkete aitti. Ama biz tabelaya bakmadan girmiştik oraya. İçerideki insanlar her milletten gibi görünüyordu.

“Burası bir iş yeri sanırım.”dedi Bengisu.
“Evet, olabilir.”
“Baksana şu yaşlı çekik kadına, giyinişi falan tam iş kadını.”
Elbette o sırada yaşlı çekik ona böyle dendiğini duydu ve bir yaygara kopardı. Ben, özür dileyip, arkadaşımın biraz gergin olduğunu söylesem de dinlemiyordu. Sonunda bizi genel müdürün odasına götürmeye geldi adamlar. Kadın o kadar çok bağırıyordu ki… En üst kata çıkıp genel müdürün odasına girdiğimizde Bengisu hala soğuk kanlı şekilde kadının çığlıklarını dinlese de ben onun adına özür dileyip duruyordum. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki bana “Siz dışarıda bekleyin lütfen.” diyen adamın kim olduğuna dikkat edememiştim. Kapıyı kapatırken suratını gördüm.
 T.O.P değil miydi o? Genel müdür mü olmuştu?  Bu şirket ne şirketiydi ki böyle? Ben cam kapıdan onları izleyip ağızlarını okumaya çalışırken yanımda biri belirdi.


“Müdürü mü dikizliyorsun sen?”
“Hayır hayır, arkadaşım içeride ben de…”
Yok artık bu da GD! Oldu o zaman adkjsadsdjf…

Ama bu GD o GD değil sanki. Normal bir çalışan gibi giyinmemiş. Takım elbiseler yok üzerinde. Süslü sahne kıyafetleri de... Sokaktaki biri gibi aslında. İşe yeni mi almışlar bunu? Posta elemanı gibi duruyor daha çok.
O an bu değişmiş GD’ye kafa yoramayıp arkadaşıma bakmaya devam ettim.  Müdür T.O.P çok fena bağırıyordu birilerine. Acaba kadına mı yoksa Bengisu’ya mı?
Postacı GD yine konuşmaya başlamıştı. Başını biraz kaçımış olsam da sonunu çok iyi duymuştum. 
“… işte tam da bu yüzden genel müdür olabildi. Adam tam bir düzenbaz.”
“Ne? Başından beri saçma bir şeyler dönüyor zaten ortalıkta. Siz şarkıcısınız! Hani aynı grupta? Unuttun mu?”
“Hayır ben şarkı söyleyemem ki, o da öyle. Bu adam da benim gibi düşük seviyeli bir elemandı. Bir anda genel müdür oldu. Sana göstermemi ister misin?”

Bir an odaya baktım. Adamın bağırdığı kişi benim arkadaşımdı. Bunu kadının suratındaki sinsi gülümsemeden anlamıştım. O zaman neler döndüğünü araştırmamda sorun yoktu. Başımı sallayıp onayladım GD’yi. O önde ben arkada dolaşmaya koyulduk şirketin içinde. Öncelikle kayıt odasına gitmiştik. Oradaki tombul görevliye bir şeyler verdi ve adam odadan çıkıp gitti. Odada kameraların bağlı olduğu monitörler vardı. Duvarlarda bir çok ışıklı sayaç ve bilgisayarlar, onların altında da bir sürü ışıklı düğme göze çarpıyordu. GD, tombul adamın boşalttığı koltuğa geçti ve bilgisayarlarda bir şeyler aramaya başladı. Cebinden küçük bir flashbellek çıkarıp bilgisayardakileri kopyaladı.


“Bunlar onun son birkaç aydaki telefon konuşmaları. Şimdi gel.”  Odadan gizli gizli çıktık. Adam dışarıda bekliyordu. Biz yanından geçerken GD’ye selam verdi ve odasına yöneldi.
Seri adımlarla koridorun sonundaki bir odaya ulaştık. Cebindeki ince uçlu zımbırtılarla kapıyı hiç zorlanmadan açtı ve içeri girdi. Ben de girip kapıyı kapattığımda ışığı yaktı ve tamamen dolaplar ve kağıtlarla dolu bir odada olduğumuzu gördüm.
“Hmmm… Neredeydi onlar.”diyip bir şeyler araştırmaya koyuldu. Bense orada dikilmiş kah etrafa kah ona bakıyordum. Şarkıcı olmadığını söylemişti. Ben onun GD olduğundan emindim oysa ki. Bu sanki Supernatural’in bir bölümü gibiydi. Melekler bizi asıl yaşadığımız yaşamlardan alıp uyduruk bir şirket yaşamına fırlatmışlardı. Altından ne çıkacağını merak ediyordum. Bu arada GD olmayan GD de aradığını bulmuş beni yanına çağırmıştı. Köşedeki bilgisayarın başına geçmiştik. Elindeki dosyaları masaya koydu ve bana anlatmaya koyuldu.
...
“Ne yani? Babasına ihanet edip mi geçmiş bu şirketin başına?”
“Evet. Buradaki ismi görüyorsun değil mi? Onun babasının adı. Bizim şirketin rakibi. Belki de rakibiydi demeliyim. Çünkü birkaç ay önce şirket el değiştirdi. Artık bize ait. Bu herif de tam o sıralar bir terfi aldı. Zaten daha öncesinde de büyük başkan onu sürekli odasına çağırıyordu. Benim düşüncem ona bu teklifte bulunduğuydu. Ve birkaç gün önce bu telefon konuşmalarıyla da bunun doğru olduğunu anladım.”
“Niye kimseye söylemedin de bana anlatıyorsun?”
“Bilmem anlatacak kimseyi bulamamıştım, kimse ilgilenmiyordu.”
“İşsiz.”
“Postacıyım ben, işim var! Sen de kendi işine bak şimdi.”
“Tamam bu dosyaları, telefonuma yolla o halde.”
Birkaç dakika sonra işimiz bitmiş gizlice dışarı çıkmıştık bile. T.O.P’nin odasının olduğu kata çıktığımızda orada bir karmaşa olduğunu gördük. Sekreter, Bengisu’nun gittiğini söyledi. Genel müdür ise kendini tuvalete kilitlemişti. Herkes şaşkın ve kafası karışmış haldeydi. GD kilitli olan tuvalet kapısını açtı ve içeri girdim. O da arkamdaydı.  T.O.P kabinlerden birine girmişti. Acı çekiyor gibi kesik kesik nefes alma sesleri geliyordu.  GD ile bakıştık ama hiç tepki vermedi.

“Babanı dolandırdın demek?”dedim sonunda kabine doğru.
“Kim var orada?”
“Az önce bağırdığın kızın arkadaşıyım.”
“O… O da biliyordu. Nereden öğrendiniz bunları?”
Sesi iyice zayıflamıştı, köpek yavrusu gibi geliyordu.
“Telefonlarına dikkat etmelisin. O da biliyordu derken neyi kastettin?”
“Her şeyi. Her şeyi biliyordu. Bütün şirket öğrendi. Babamı… Ben…” sesi kısıldıkça kısılıyordu. GD’ye baktım, o da anlamlandıramamıştı.
“Iııı… Sen iyi misin?”
“Hey?”
Tekrar GD’ye baktım. Neyi kastettiğimi anlamış olmalıydı, hemen kapıya yöneldi. İnce uçlu zımbırtısıyla biraz uğraştıktan sonra hafif bir klik sesiyle kapı açıldı. Ben uzaktan ne olduğuna bakmaya çalışıyordum ancak GD’nin bedeni küçücük kabin kapısından içerinin görünmesine engel oluyordu.
GD dönüp bir şey diyemeden rüyadan çekildiğimi hissettim.

Benim fikrime göre T.O.P ya ağlamaktan ve üzüntüden bayılmıştı ya da –ki bence bu daha büyük bir olasılık- intihar etmişti. Artık kendini tuvalet kağıdıyla mı boğdu, yoksa mektup açacağıyla bileğini mi kesti bilemem. Yaptığı ihanetin acısına katlanamayıp kendini cezalandırmış olmalıydı, çünkü rüya hissiyatıma göre hiç güzel şeyler olmayacaktı ki uyanmıştım. Zaten rüya başından beri berbatlık vadisinde ilerliyordu.
Budapeşte’de büyük bir evmiş, GD imiş T.O.P imiş… Supernatural’i yaşamışım bildiğiniz. Sam ve Dean eksik kalmış bir tek. Bu çok kötü, çünkü en azından onlar olsaydı olayı çözerdik rahatlardık. 

Ne demek istediğimizi anlamışsınızdır :P

Yine de iyi idare etmişim diye düşünüyorum. En azından ölmedim. T.O.P’yi de tam olarak öldürmeden çıktım rüyadan iyi oldu. :D

Yazının başındaki uyarıma bir yenisini ekliyorum.

Uyumadan önce Supernatural izlemeyin!

PS: Rüyanın sonuna dair yorumlarınızı paylaşabilirsiniz. ^^ Teorilerimi söyledim ama ben de emin değilim. o.O

Sizce T.O.P’ye ne oldu? Yaşıyor mu hala? Bunları yapmasındaki neden neydi? Bengisu onun pisliklerini nereden biliyordu?  
*-*


Şimdi ben gideyim. Yeni yazılarda görüşmek üzere.

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)


24 Ağustos 2012 Cuma

GD bu, türünün tek örneği! Şakaya gelmez.



Teaser’ı izleyince bir patlama olacağını tahmin etmiştim de bu kadarını beklemiyordum. Adam önceden bizi hazırlamaya çalıştı ama olmadı yani. One Of A Kind klibi VIP’lerin kalbini çaldı yine. ^^
Ne yalan söyleyeyim bayaa sert bir şey bekliyordum, hele ki şarkıya bakıldığında. Ancak klibi sizce de çok şeker değil mi?


Mesela şu küçük veletler! Sonra, kaplan ve ayıcık tabi ki… Eh, GD’nin mimiklerinden bahsetmeme gerek yok sanırım, onu hepimiz biliyoruz. *-* Bir de sanki zilyonlarca komik sahne var. Çok güldüm izlerken. ^^
Doğum gününde bile çalıştı, günlerce uyumadı ve fark ettik ki çok zengin, güzel bir klip çekmiş VIP’lerine. Bizim Lider tipten tipe, şekilden şekle girmiş yine. :)

Sonlara doğru bir bomba daha geldi ki adı: Taeyang!  En başta itiraz edip, sonradan “Sen öyle de güzelsin şekerim!” dediğimiz saçlarıyla Tae’miz GD’sini yalnız bırakmamış, dansıyla arkadaşına eşlik etmiş. Böylelikle klip daha da zenginleşmiş!
E artık anlamışsınızdır, ben çok beğendim klibi! Şarkıya da laf söyleyecek halim yok tabi ki. Zaten ben GD’den uyduruk bir şey çıktığını hiç görmediğimden, beğenmeye devam edeceğim sanırım bundan sonra da.

Tabi ki bir sürü “anti” yorum geldi ama ben onların G-Dragon’u anlamadığını düşünüyorum. (Ya da yanlış anlamışlardır. -.- ) Yıllarca eğitim görmüş,çıkış yapıp yıllarca zirvede kalmış bir adamdan söz ediyoruz, “KRAL”  diye anılan birinden…

Buyurun, burada klip. ^^


Şimdi “GET OUT!” ^^


Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)

21 Ağustos 2012 Salı

GD Geliyorum Demez!


Evet sadece “geliyorum” la yetinmez.

“Geliyorum, patlatıcam ortalığı! Gene bana hayran olacaksınız oğlum, ayılıp bayılıcaksınız, hazır olun bak!” falan der.

Hem de öyle bir der ki…  Adam ucundan azıcık gösterse bile mamalarını bekleyen yavru kuşlar gibi ağzımızı gökyüzüne açarız.  :)


Önce bu gelmişti, sonra da teaser!

Kore’de saat sabahın dokuzuyken, Gd efendi yeni şarkısı "One Of A Kind" ın teaserini yayınladı. Ben de “Amanın aklasjdlksfjsdlk” olaraktan izledim. Tepkim: "O 25 Ağustos hemen gelsin, yoksa karışmam!"


GD gene tarzlık yapmışsın kereta… Saçların gözümüzden kaçmadı. Hatta bir arkadaşın dediği gibi “gözümüze kaçtı!”
Başkaları ne düşündü bilmiyorum ama bence tam bir Captain G-Sparrow’du.
Tam çıkaramadım ama sanırım GD “son zamanlarda çok spor yapıyor” dedikodularının da karşılığını vermiş oldu. Bakalım, aslını astarını klibin tamamı yayınlanınca göreceğiz.

Velhasıl, burada saat üç falandı teaser yayınlandığında. Milletin uykularını kaçırmayı başardı şu kısacık şeyle. Ben bu “türünün tek örneği” adamı takdir etmeyim de ne yapayım?  
Sabırsızlıkla bekliyorum ^^

PS: Aslında başka bir yazı yazacaktım ama GD her şeyi alt üst etti. Bu yüzden öncelik onun :)

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)

10 Ağustos 2012 Cuma

Sayısız hikayelerim.



Eskişehir-2006
İlkokulda Türkçe derslerinde sınıf öğretmenimiz kompozisyonlar yazdırırdı. Ama yazdıklarımın beğenilip beğenilmediğini hatırlamıyorum. Ben olsam beğenmezdim sanırım. “Uzaylı saldırısı ve kaçış”, “uzayda bir gün” gibi bir hayal dünyasından bahsediyorum.
Sekizinci sınıftayım. Şimdi durum biraz daha değişik... Türkçe öğretmenimiz çok korkutucu bir adam. Yüksek not vermeyeceğini söylüyordu. Her sınavında dilbilgisi sorularının yanı sıra bize kompozisyon yazdırdı. Yetişmeyeceğinden korksam da her defasında sihirli şekilde  sorunsuz atlattım. Şu an bakıyorum da, Türkçe notum hiç düşmemiş. Hatta en iyi dersim bile diyebilirim. Kompozisyonlardan olabilecek en yüksek notları aldım. Öğreneceklerimi çok iyi öğrendim.
...

Eskişehir-2010

Orta okulda Türkçe’yi o kadar iyi öğrenmişim ki lisede ne dil ve anlatım dersini ne de edebiyat dersini dinlemedim. Onun yerine bir şeyler yazıp durdum. Ve bilin bakalım ne oldu? Yine düşük notum yok. Elimdeyse birkaç hikaye var.

Eskişehir-Günümüz

Geçen gece Cemre ile konuşuyordum ve bir süredir ağzımda dolanan bir baklayı çıkardım.
“Cemre bir şey söyleyeceğim, ama kızma.”
“Söyle.”
“Benim aklıma iki hikaye daha geldi. :/”
“Diğerleri ne alemde peki? İyi gelmiş, hoş gelmişler de.”
“Durup durup, bir ona bir ona bir öbürüne yazıyorum. Bu yeni gelenlerin ikisi de yol hikayesi. İkisi de fantastik.”
“Neyse bunlara başla sen, elbet sonları da gelir artık.”
“Ollllllleeeeeeeyyyy!”

Şimdi, başlarken neden “kızma” dedim, bitirirken neden o kadar sevindim?
Çünkü Cemre iyi bilir, sürekli bi taraflardan hikaye uyduruyorum. Günde yaklaşık 5-6 tane geliyor aklıma. Bunu hergün yapıyorum ve ilk başladığında lise birdeydim. Siz hesap edin artık.
Tabi ki aklıma her geleni yazmaya oturmuyorum. Ya da bazılarını, bundan iş çıkmaz diyip bir kenara bırakıyorum. Dünkü konuşmamız da bu konu üzerine devam etti.
“Sence kaç tane uydurmuşumdur ki? Bir sayayım şunları.”
“Vardır bi 5-6 tane.”
“Saydım o kadar değil. Hazırsan söylüyorum.”
“Söyle”
“Aklıma gelen 13 tane. Birkaç tanesini de atlıyorum, hissediyorum.”
“Ooo may gaddd”
Evet, ikimiz de bu kadar beklemiyorduk. Hatta gece yatmadan önce iki tane daha hatırlamıştım ama uyuyunca geri unutmuşum.
Bu yazıda işte o hikayelerden bahsedeceğim. Yalnız, henüz isimleri yok bunların.
Bir de en sevdiklerimi ele alacağım. Daha tam olarak oturtamadıklarım var çünkü ^^


    1)   İlk olarak, en yeni, en taze, en en en yollu hikayem.  Yollu dediysek, hemen kötü düşünmeyin. Yol’lu hikaye bu. Fantastik dünyalara giden bir yoldan söz ediyorum. Ama bizim dünyada ilerliyor. Fantastikler aramızda aslında! Albino hastalığı taşıyan bir genç kızla onu kaçıran bir serseri hakkında. Yolda karşılaşacakları insanlar(!) ve de insan olmayanlarla birlikte gizemli bir tapınağı arama girişimlerine şahit olacağız.
    2)  Yollulardan ikincisine gelirsek, bu hikayede iki kardeş üzerinden gidiyoruz. Aynı fantastik dünyadayız ama bunlar başka insanlar. Dertleri öncekiler kadar büyük değil. Dünyayı kurtarmak için olayın köklerine inmiyorlar. Ailesi fantastikler tarafından kaçırılmış iki kardeş bir büyücü hatunu da yanlarına alarak yola koyuluyorlar. Tek dertleri ailelerini kurtarmak. Son derece şaşkoloz bir kız olan bu büyücü yardım edeyim derken işleri daha da karıştırınca iki kardeş, diğer kardeşlerini ve annelerini bulabilecek mi?

"Korecan" (!) olduğuma göre benim de Kore hikayelerim var tabi. Kore’ye giden birkaç Türk kızının yaşadıkları aşk maceralarını anlattığım hikayeler... Bunların hepsi müzikal türünde.  Şimdilik dört tane. (Aslında 3 taneydi de, dün gece aklıma bir tane daha geldi. ) bunlar bana masal gibi geliyor, masal gibi anlatacağım.



        3)   İlki bir Türk "Korecan" ile ilgili… Kızımızın en yakın arkadaşı bir Koreliymiş. Ama bu kız hiç Kore’ye gidememiş. Aslında gidecekmiş de bir şeyler engel olmuş. O da Kore için biriktirdiği tüm paralarını kurslara, derslere harcamış ve hayalindeki mesleği yapmaya başlamış. Yıllar önce kendisine engel olan o şey gelecekte "Korecan"ın  bir hayalini daha gerçekleştirmiş. Böylece  kızımız Kore’ye yollanmış ve en yakın arkadaşının da içinde olduğu bir cümbüş başlamış.
     4)  Yıllar önce genç bir Türk kızı babasına “Annemi bulacağım!” diye söz vermiş. Babasının ölümünün ardından da bu genç kız, hem hayatını devam ettirmiş hem annesini aramış. Çeşit çeşit ülkelere gitmiş, her birini fellik fellik gezmiş. Bir gün annesinin Kore’de olduğuna dair bir ipucu yakalamış. İşini ayarlayıp oraya gitmiş. Annesini bir an önce bulup, çekip gitmek isterken, burada tanışacağı yakışıklıyı hiç hesaba katmamış.

Yaşadıkları birkaç kötü şeyin ardından Kore’ye gidip müzikle tanışan ve mutluluğu bulan bu iki kızın yanında, Kore’de müziğin acı verici yanlarını keşfedenler de vardı elbette.

      5)  Yeni yetenekler bulmaya çalışan şu şirketlerden birine girmek için çok uğraşan bir kız örneğin. Kore’de dansa ve müzik yeteneğine kendi ülkesinden daha fazla değer verildiğini öğrenir öğrenmez yollara koyulmuştu. Yeteneği sayesinde kolaylıkla kabul edilmişti ancak acaba sahneye hazır mıydı? Ünlülerin hayatları göründüğü gibi değildi, ve şov dünyasında başa çıkması gereken dişli bir rakibi vardı. Ayakta durmak ve orada hayatta kalmak ne kadar da zordu…
   6)  Ya da babasıyla, henüz çok küçükken Kore’ye gelmiş olan bir kızı mı örnek vermeli.  Çünkü bu kız yeteneğini gösterme şansına bile sahip olamamıştı. Evdeki babasını ve kendini bu ülkede geçindirebilmek için uyuz bir patronla ucuz bir barda çalışmalıydı. Hayatındaki tek ilaç müzikken, günün birinde müziği ıstırap olarak gören biriyle karşılaştı. Bu kişinin taşıdığı büyük sırdan bihaber ona müziği sevdirmeye çalışması çok mu aptalcaydı? Yoksa asıl aptalca olan bu sırrın altında kendisinin de ezilebileceği gerçeği miydi?

İtiraf ediyorum bu ikisi, diğer iki Kore hikayesinden daha çok cezbediyor beni. Mutsuz sonlardan hoşlanmam, ama dram hikayeleri her zaman daha çekicidir. Bu yüzden mutluluk vadisinin ötesindeki hikayelere bile dram öğeleri koymak çok hoşuma gidiyor. Türk insanı ağlak şeyleri sever, bilirsiniz.
Daha eskilerden birkaç şey yazayım. Yine müzikal. (Çok müzikal bir insanım herhalde.)


      7)  İlk aşkı tarafından acımasızca terk edilip depresyona giren kızımızı babası, kendine gelmesi için, halasına, ülkenin diğer ucuna yolluyor. Zaten sessiz ve depresif olmaya meyilli olan bu kız ayrılıktan sonra da kendine gelemiyor doğal olarak. Yıllar geçiyor. Genç kız bir kabul mektubu alıyor, hem de başvurmadığı bir okuldan. Aynı sıralar kendisini terk eden o ilk aşk ile de karşılaşıyor. Bu başvurmadığı okula gitmeye karar veren kızımız oradaki bir arkadaşıyla bir olup ilk aşkının hayatını mahvetme çalışmalarına başlıyor. Bu çalışmalar onu nereye götürecek kim bilir…
       8)  Gezgin ve fotoğrafçı bir bloggerımız var burada! Bir de onun sarışın bir afet olan internet aşkısı. Eh bir de terk edilmiş bir babayla terk etmiş anneyi de işe katmazsak olmaz. Babacık, işi yüzünden gezip durunca, kızımız da bari bu şehirleri anlatayım diye bir blog kuruyor. Ama bilmiyor ki yeni jenerasyonun ünlülerinden en en en ünlü olanı onu takip ediyor. Genç kızımız bu ünlü çocuğun ısrarları sonucu onun yeni albümünün fotoğraflarını çekmek durumunda kalıyor. Bir yandan sarışın internet aşkısını gerçek dünyada tanırken, bir yandan da bu playboyla yakınlaşırsa neler olur?

Bayaa bayaa eskilere döndükten sonra yenilerden son bir şey daha ekleyeceğim.
Bu son yazacağım hikaye hakkında bir bilgilendirme yapmalıyım. Hikaye, oda arkadaşım Kuzey ve Güney dizisini izlerken orada gördüğüm bir mezar bekçisinden çıktı. bu amca son derece garip görünüyordu, ve de tuhaf şekilde uzak durulası… Dört ana karakterden birini-en sevimsizini- bu mezar bekçisine uyarlayarak oluşturdum. Bu karakterin dış görünüşü ise eskiden hoşlanmış olduğum biriyle aynı. Ona kötü bir son hazırlamak istiyorum.
Hikayeden biraz bahsedeyim. Kendisi yine fantastik.


        9) Ailesinin bir geziye çıkması nedeniyle hiç tanımamış olduğu büyükbabasının evine giden bir genç kızımız var. Orada edindiği en yakın arkadaşı, büyükbabanın hizmetçilerinden biri. Bir de oraya gider gitmez tanıştığı iki gizemli genç var. Bu gençlerden biri son derece kibar ve yardımseverken, diğeri yabanilik ve kendini beğenmişlik ormanında fink atmaktadır. Ancak her ikisi de görünüşlerinin altında büyük sırlar, büyüler ve lanetler taşımaktadırlar. İkisi de bu kıza ilgi duymaktadır. Kızımız ise iki erkeğe de kalbini kaptırabilir. Ya da sadece birisi tek ve ölümsüz aşkıdır. Bu; yakışıklı, kibar, harika olan çocuk mu olacak yoksa soğuk, içine kapanık ve korkutucu olan mı?

Söylemeliyim ki, başrol kızım genelde iki erkek arasında kalıyor. Bunun nedeni, sıradan tipsiz bir kızı iki süper erkeğin paylaşamamasının bana müthiş bir haz vermesi değil. Team Jacob ve Team Edward grupları kurup bunları birbirine düşürmek de değil. (Bu arada ben Bella olsam Jake’i seçerdim. Adam esmer bir kere…)


Karakterlerim neden iki adam arasında kalıyor biliyor musunuz? Çünkü BEN iki adam arasında kalıyorum. Düşünün bir, orada iki tane harika karakter oluşturmuşum. İkisinin de bütün özelliklerini içselleştirmişim. İkisini de en iyi ben tanıyorum. İkisi de çok sevilesi kişiler. Nasıl aralarında kalmayayım?
Neyse… Birkaç tane daha var yazmadığım. Bir de şimdilik hatırlamadıklarım var. Umarım günün birinde Cemre’nin dediği gibi sonları gelir. :)

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)


6 Ağustos 2012 Pazartesi

BigBang için BÜYÜK hediye PATLAMASI!



Big Bang’in 6. Yıl dönümü günü geliyor… GD’nin doğum günü de öyle…
Bizim de bir azimle başlayan hediye çalışmalarımız, belki yetişmez ama yine de, devam ediyor. Gd için kaykay düşündüğümüzü söylemiştik. Peki ne yaptık ne ettik bu kaykayı? Gene ben yaptım, eninde sonunda.
Günün birinde başladım çizmeye!

Önce boyalarımı, kağıtlarımı hazırladım, yatağımı dağıttım. (Bu beni çok mutlu etti, çaktırmayın.)


İlk olarak GD’yi çizdim ama boyamasını sona bıraktım. Ee sonuçta assolist kendisi, en son sahneye çıkmalıydı. Bu yüzden yukarı doğru ilerledim. Önce İstanbul figürlerini yaptım. Bunları yaparken, kalemimden “Ben bitiyorum!” sinyalleri gelmeye başladı. Gecenin bir vakti yaptığım için ortada kalmaktan bayaa korktum. Bir de gündüz kırtasiyeye gittiğimde o kalemden bulamamıştım. Yani kalem bitse tam kalacaktım ortada. Ama idare etti canım kalemciğim ve resmi bitirene kadar sabretti ^^ gerçi sanırım hala yazıyor. Beni kandırmış. :D

Daha sonra da öndeki tekerlekler için bir şey çizdim. Onu çizmesem ortalık çok boş kalacaktı. Bu yüzden İstanbul’a da uysun diye şehir binaları “inşa ettim”. Gd’nin saçlarını pembe yapacağımdan, şehri de pembe kurdum.



Sonra da bir güzel Gd’mizi boyadım.




Eh, Gd’miz vardı, İstanbul manzarasını yaptık, şehri ekledik… Buna bir de gökyüzü gerekmez mi şimdi? Yuvarlak yerlerin kalıplarını çıkardım önce. Gereğinden büyük çizmeyeyim diye.


Güneş mi yapsam ay mı, diye düşünürken güneş yapınca istediğim etkiyi veremeyeceğimi düşündüm. Güneş olacaktı tamam ama, bez reklamından fırlamış gibi duran sevimli bulutlar, cici kuşlar… Sonra? Gd’yi zaten sevimli bir konseptte çizmiştim. “to the sk8er boi” yazısı eklemek istiyordum ve mutluluk abidesi gökyüzümde bu pek mümkün görünmüyordu. Bu yüzden ay’ı seçtim. Etrafında koyu renk bulutlar ve bir yarasa olacaktı. “to the sk8er boi” da güzel bir şekilde oraya yerleşmişti. İşte!

Şimdi bir de imza gerekiyordu tabi. Türk V.I.P’leri nasıl belirtmeliydim? Sıradan, alelade bir kalemle yazılsa olmazdı. Graffiti atmakta iyi sayılırdım, ama buraya graffiti atsam bunu okuyabilecek miydi ki Gd? Başka insanlar da olacaktı okuyamayan… O zaman işi şansa bırakmamak gerekiyordu. Gd bizim adımızı net şekilde okumalıydı. Düzgün yazdım, ama etrafını süslemeye engel olan bir şey yoktu, bu yüzden içimden geleni çizdim.

Böylelikle kaykay’ın ana çizimleri hazırdı. Bunları taratman ve bir arka plan ayarlamak gerekiyordu. Bir internet kafe buldum, resimleri tarattım ve shopumun başına geçtim. Kağıtlarda izler görünüyordu. Sadece bunları yok etmek için açık gri bir arkaplana yerleştirdim resimleri. Sonra da sevgili Madam PataPuff’a yollamak üzere bir taslak hazırladım. Arka teker nereye gelecek, ön teker nerede duracak bunları gösteriyordum. Sonra da bulduğum bir kaykay resmine bu taslağı, son derece amatörce de olsa, yerleştirdim ve kalanı Puff’a devrettim.
Sorun çıkmazsa, kaykayımız böyle görünecek...


6. yıl albümü yapıyoruz bir de. İçinde 6 temasını işlediğiniz fotoğraflardan oluşturulan bir albüm bu. Ancak ben katılmıyorum. Yine de buna katılmıyor olmam, kendi çapımda BigBang’in 6. Yılını kutlamadğım anlamına gelmiyor. Bu gece oturdum, South Park karakterleri hazırlayabileceğim bir program sayesinde sevgili BigBang’imizin üyelerini tasarladım. Sonra bunları birbirleriyle birleştirdim, arka plana birkaç havai fişek ekledim ve “Happy 6. Anniversary” yazısını ekledim. Belki insanlar onların kim olduğunu bilmiyordur diye de, BigBang fontu indirip, altına kendi stillerinde isimlerini yazdım. Son olarak imzalarımı da atınca sonuç bu oldu.



Belki o gün bir pasta yapıp, kendi çapımda kutlamalara devam ederim. :D
Şimdilik bu kadar.

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)