Social Icons

Pages

Featured Posts

Gelecek Yazı: Cilt bakımı üzerine zırvalayacağım. Biraz deneme yapayım.

22 Nisan 2015 Çarşamba

Fikrimin Bir Garip Zambağı



Merhaba, sevgili okur.

Ben yine yüz yıllık bir ara verdim, evet. Geri döndüm ama ne yazık ki uzun uzadıya bir şeyler yazamayacağım. Fikir almak için paylaşacağım bu seferki postu.

Konu, arkadaşım Bisera’yı da ilgilendiriyor. Malumunuz, mezuniyetti iş aramaydı derken yorgun ve de yılgın düştük. İkimiz de iş bulduk, ancak ikimiz de çalıştığımız yerlerden nefret ediyoruz. Mutsuzuz. Pöh…

Dipnot:İş hayatı zor değil, psikolojik baskısı zor arkadaşlar. Ailenizin imkanı varsa, mezuniyeti olabildiğince erteleyin, derim.

Yazımıza dönelim…

Orayı çekilebilir kılacak, seveceğimiz bir şeyler ararken öncelikle ilgi alanlarımdan biri olan kozmetiğe yönelmeyi düşündüm. Avon ve Oriflame satışına başladım. Ancak tüm çevrem zaten Avon ve Oriflame satıyormuş meğer. (Bahtsız bedeviyi...) Haliyle ben bile katalog içindeki ürünlere göz atmıyorum artık.

Dipnot 2: Siz yine de o markalardan bir şey isterseniz bildirebilirsiniz. Ancak farklı şehirlerde olduğumuzdan kargo parası eklenebilir.

Her neyse, yine yazımıza dönelim…

Sonra iki kafadar düşünüp taşındık… Kore’ye gerek müziği gerek sinemasıyla gönül vermiş binlerce genç kızın arasında olduğumuzu hatırladık. Genç kızların da tek tutkusu kozmetik olacak değil ya… Müzik albümlerinden takılara, saatlerden hatıralık eşyalara ve oyuncaklara (evet, bu yaşta hala oyuncaktan bahsediyorum) bir sürü ufak tefek şeye ilgimiz var. Özellikle de benim sevimli kırtasiye malzemelerine olan düşkünlüğüm anlatmakla bitmez. Değişik post-itler, günlükler, çıkartmalar, renkli bantlar, kalemler, ayraçlar... Anlatırken ağzımın suyu aktı, bir saniye…

Velhasıl, ben bu tarz ufak tefek şeyle çok ilgili olduğumdan, bunları araştırmayı da seviyorum. Bulduklarımı da benim gibi ‘mini mini birler ve minnoş şeyler-sever insanlara satarak hem harçlığımı kazanmak hem de eğlenmek-eğlendirmek istiyorum.

Dipnot 3: Hep eğlence sektörüne girmeyi hayal etmiştim, biliyorsunuz. Tamam, okumamış gibi yapın bu cümleyi.

Zevzekliği kesebilirsem yazıya döneceğim.

Öhöm…

Bir saniye, iki tane dipnot daha vardı.

Bunlar son aldığım bebişler. Evet orada Chanyeol de var. Huhuh~

Bu ayracı da ben yapmıştım. Adı Kevin.  Minion severler varsa, bunu da yapabilirim. :)


Asıl anlatmak istediğim yere gelirsek… Bisera ile bu ufak tefek şeyleri satmaya başlayacağız ancak daha sonra isteklere göre ve uygun bir fiyat bulmamız durumunda, KPOP albümleri de satmaya başlayabiliriz. Bunun yanında Nature Republic, Etude House, Holika Holika ve CLIO gibi sevilen Kore markaların da ürünlerini de temin edebileceğimizi umuyorum. Bizler yarı yetişkin(?) fanlar olarak bu ürünlere rahatça erişebilirken yaşı genç olan arkadaşlarımız için zor olabilir. Kredi kartı kullanmamayı ilke haline getirmiş ailemin bir üyesi olarak favori grubum MBLAQ’in  albümünü almak için dört yıl beklediğim için söylüyorum bunu.  Türkiye’de satılmakta olan bir ürünü almak çok daha kolay olacaktır. Muhtemelen de banka havalesi yöntemiyle çalışırız.

Neyse… Sözde kısa yazıyordum.

Düşüncemiz ilk haliyle bu... Gelecek tepkilere göre de buradan yine gelişmeleri paylaşırım.

Fikrinizi almak istediğim konu böyle işte.

Siz de düşüncelerinizi, görüşlerinizi buradan ya da twitterdan belirtirseniz gerçekten çok mutlu olurum.



Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle. :)




27 Ekim 2013 Pazar

Pabuçsuz'un Film Güncesinden -3- : Yer çekimi önemlidir.

Merhabalar, sevgili okur.

Bugün yaşadığım sinema deneyimimi hiç soğutmadan yazmam gerekiyordu. Bu filmi size tanıtmaktan ötürü çok heyecanlıyım. Bu yüzden hemen sadede geliyorum.

Gravity (Yer Çekimi)



Houston’un uzaya yolladığı Explorer adlı gemi bir çalışma yürütürken aniden bir kazaya maruz kalınca Doktor Ryan Stone ve son görevinde olan Astronot Matt Kowalsky uzayda sürüklenmeye başlarlar.  Film, bu iki astronotun gemileri olmadan uzayda ilerleyerek eve dönüş yolunu bulmaya çalışmalarını anlatıyor.





Filmin konusu tamamen bundan ibaret. Yalnızca iki oyuncumuz var. Ryan rolünde Sandra Bullock ve Matt rolünde de George Clooney’i görüyoruz. İki kişilik dev kadro da denebilir tabi… Film o kadar gerilimli ki zaten başka bir oyuncu aramıyorsunuz da. Tamamen kurtuluşa odaklanıyor ve bir üçüncü kişi olarak kendinizi Dünya’ya dönmeye çalışıyor gibi hissediyorsunuz. Filmin görselliği de bunda oldukça etkili doğrusu. Uzay o kadar –doğru kelime “hafif” sanırım, o kadar hafif, o kadar gerçekçi ki her an orada olduğunuzu hissedebilirsiniz.

Görüntülerle birlikte oyunculuk da en üst seviyede. Clooney muzip yüzünü gösterip filme küçük eğlenceli unsurlar katarken Bullock ise uzayda kalmanın gerilimini yansıtmayı iyi başarmış.
Doktor Stone rolü için ilk teklif götürülen isim Angelina Jolie imiş. Jolie rolü iki kere reddedince Natalie Portman, Scarlett Johansson, Naomi Watts gibi pek çok ünlü isme teklifte bulunulmuş ancak en sonunda rolü Bullock üstlenmiş.  Kendisi en beğendiğim oyunculardandır. Bu filmden sonra çok daha fazla takdir ettim. Çünkü öğrendiğime göre rolü için her ayrıntıyı aylarca süren görüşmeler sonucu kararlaştırıp ekrana dökmüş. Bunu zaten izlerken çok iyi anlayabiliyoruz.
Matt Kowalsky rolü ise ilk önce Iron Man olarak bildiğimiz Robert Downey Jr.’a teklif edilmiş ancak oyuncu bu rolü yoğun programı yüzünden reddetmek zorunda kalmış. Downey de Clooney de Kowalsky rolüne çok yakışacak oyuncular, bu yüzden ben hangisi olursa olsun kabul edebilirdim sanırım. :)

Gelelim yönetmene; film bize tanıdık bir isim olan Alfonso Cuaron’un elinden çıkma bir yapım. Filmi izlerseniz yönetmenin bu filmi nasıl bir ciddiyetle çektiğini anlarsınız, ancak ben de birkaç yerden öğrendiğim bilgileri aktarmak istiyorum.
Cuaron oğluyla birlikte bu filmin senaryosunu yazdıktan sonra, Oscar adayı görüntü yönetmeni Emmanuel  Lubezki ile çalışmış ancak ikili yıllarca bu çekimi yapacak sistemi yaratamamış. Ancak uzun yılların ardından ışıkların oyuncuların etrafında dolaşmasıyla uzayda hissi verecek şekilde çekim yapabilecek olan bir sistem geliştirmeyi başarmışlar. Arka planlar ise bilgisayarla yaratılmış. Üstelik çekimleri yaparken gerek karakterin gözünden görmemiz, gerek astronot kıyafetinden çıkıp dışarıdan karaktere bakışımız başımızı döndürecek kadar gerçekçi. Uzun yıllar boyunca teknik yetersizlikten ötürü bekletilen bu projenin beklediğine değdiğini düşünüyorum. Öyle ki astronotlar bile filmin uzay hissini ne kadar iyi verdiğini konuşuyorlarmış.
Film röportajlarında gazetecilerin “Uzaydaki sahneleri çekerken çok zorlandınız mı?” soruları ne demek istediğimi açıklıyordur sanırım. Filmin uzayda çekildiğini sanmak çok doğal olsa da tamamen stüdyo yapımı bir film.

Sandra Bullock’un “Biz bu filmi çekerken yer çekiminin önemini belirtmek istedik.” diyerek nüktedan bir şekilde belirttiği gibi, sinema salonundaki bir buçuk saatlik uzay deneyiminden sonra yer çekimine ve yıldızlara bakış açınız değişebilir. :)

Bir türlü kurtulamadığınız, uyanmak isteyip de uyanamadığınız rüyalarınızdan birinde gibi hissedeceksiniz.

Kesinlikle Oscar adaylığını hak eden bir film olduğunu düşündüğüm bu güzel yapımı imkanınız varsa sinemada 3D olarak izlemenizi öneririm.

İyi seyirler!

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)






17 Mayıs 2013 Cuma

Pabuçsuz'un Film Güncesinden -2- : Sinemaya da gidermişim.


“Nasıl hissediyorsun?” diye sordu.
“Kör gibi…” dedim gülümseyerek. Onun gülüp gülmediğini bilmiyordum. Zaten ne yaptığını hiçbir zaman anlayamazdım.
“Sanırım en çok da ışığı özlüyorsundur.” dedi sonra hafifçe.
“Hayır.” diye yanıtladım onu yine halsiz bir şekilde gülümseyerek. “En çok yıldızları özlüyorum.”

Geçenlerde defterlerimi karıştırırken buldum bunu. Bunun üzerinden polisiye ve bilim kurgu gibi bir hikaye yazıyormuşum ama her zamanki gibi yarım bırakmışım. Şu an ne yazmakta olduğumu tam olarak hatırlamıyorum. Umarım bir gün geri döner aklıma.

Her neyse sadece dramatik bir başlangıç yapmak istedim. Aslında ne yazacağımı bilmiyorum. Çok zaman oldu yine adam akıllı yazmayalı. Belki de bu aralar neler yaptığımdan bahsedebilirim.
Yok, değil bloğa yazı yazmak başımı kaşıyacak vaktim bile yok, diyebileceğim bir şeyler değil. Bir sürü ıvır zıvır yapıyorum sadece.

Örneğin; her hafta sinemaya gidiyorum. (Gidiyordum demeliyim. Bu postu yazmaya uzun zaman önce başladım ama anca tamamlayabildim.) Alışveriş merkezindeki sinema bana en yakını olduğundan orayı tercih ediyorum. (Eh, oraya gitmişken de kitapçıya uğramadan çıkmıyorum elbette. Tabi bir de kozmetik stantları var. Ama bunlar başka yazıların konusu olsun.)

Gittiğim filmlerden biraz bahsetmek istiyorum.


The Host (Göçebe)



Hikaye, Stephenie Meyer’in aynı isimli romanından uyarlanmış. Bildiklerimizden çok farklı bir uzaylı ırkı Dünya’yı ele geçirmiş, gezegene barışı ve huzuru getirmiştir. Ancak bunu yaparken insanların bedenlerini kullandıklarından insanlık da yok olmak üzeredir. Elbette bazı insanlar kaçmayı başarır. Bunlardan biri de baş rolümüz Melanie’dir.  Günün birinde kardeşini korumak adını kendini feda eder ve yakalanır. Böylece Melanie de bedenini Göçebe adındaki ruha vermek zorunda kalır. Ancak Göçebe bedenini kontrol ederken Melanie de içeride yok olmamakta ısrarcıdır. Böylece bir bedende iki kadının hikayesi başlamış olur.
Bu filmin yapılacağını ilk duyduğumda izlememe kararı almıştım. Çünkü kitap oldukça uzun ve güzel örülmüş şekilde yazılmıştı bana göre.  Biraz da yavaş ilerliyordu haliyle. Bu tarz kitapların film uyarlamalarının pek de güzel olmadığını düşünmekteyim. Üstelik kitaptaki Ian karakterini öyle sevmiştim ki Twilight serisindeki ne Edward ne de Jacob yarışabilirdi onunla. Dolayısıyla Ian rolünü istediğim gibi, hayal ettiğim gibi kimse oynayamaz diye düşünmüştüm. Daha sonra Hollywood’un en sevdiğim –ama bana göre ne yazık ki kendini çok fazla gösterememiş- aktörlerinden biri olan Jake Abel’ın rolü aldığını öğrendim. (Afişte sağ taraftaki sarışın yakışıklı hayallerimin Ian'ı Jake Abel oluyor *gözlerindenkalplerçıkanifade) Böylece filmi beklemeye başladım. Üstelik Melanie ve bedenini paylaştığı Göçebe’yi de Saorise Ronan oynayacağından oyuncuların karakterlerin altından kalkmaları kaygım yok oldu.  Sanırım Melanie rolü öncelikle I am Number Four’da ve Glee dizisinde gördüğümüz Dianna Agron’a teklif edilmiş. Kendisini çok beğenmeme rağmen Saorise Ronan’ın harika bir seçim olduğunu düşünüyorum. Avcı rolünü ise Diane Kruger oynuyor ve bana göre filmin esas yıldızı da odur.

Oyuncular çok iyiydi ancak filmi izlemeye gittiğimde uzun ve yavaş akan bir kitabın film olması konusunda endişelenmekte ne kadar haklı olduğumu gördüm. Kitabı okurken gözümüze hiç batmayan bir bedendeki iki kadının iki ayrı adama aşık olması fikri filmde tuhaf bir hal aldı. Ancak film ekibi de bunu fark etmiş olacak ki Avcı karakterine ve onun kendiyle savaşına çok güzel bir şekilde odaklanılmış.
Tuhaf aşk dörtgeninin haricinde neyse ki Ronan, Abel  ve esas oğlan rolündeki Max Irons’un oyunculukları tatmin ediciydi. Özellikle en sevdiğim karakteri, yani Ian’ı Jake Abel’dan başkası oynamadığı için çok mutluyum.
Filmin görselliğinin de iyi olduğunu düşünüyorum. Mekan seçimleri ise özellikle harikaydı. Sığınak tam da kitabı okurken hayal ettiğim gibiydi.
Ve son olarak film müziklerinin de güçlü ve etkileyici olduğundan bahsederek diğer filme geçiyorum.


Warm Bodies (Sıcak Kalpler)



Bir kitap uyarlaması daha…
Salgın sonucu oluşan bir Zombi ırkı ve de salgından kurtulmuş bir avuç insan… Sıradan gibi, ama değil. Klasik zombi filmlerinde başrolümüz bir insandır ve son derece çirkin şekilde yansıtılan zombilerden kaçar, onları öldürür, sevgilisini ya da ailesini kurtarır vesaire…

Bu filmdeki ana karakterimiz bir zombi. Hem de çok sempatik, nazik, yaptığı şeyden(insanları öldürüp yemekten bahsediyorum) hoşlanmayan biri. Oldukça da esprili. En azından iç konuşmalarından anladığımız kadarıyla. Çünkü adını bile hatırlayamayan (R ile başladığını düşünüyor) ama insanlığını kaybetmemiş bu arkadaşımız ne yazık ki dışından çok da iyi konuşamıyor. Her nasılsa bir gün yemek arayışındayken karşılaştığı güzel Julie’ye aşık oluveriyor. Tek sorun ise Julie’nin yaşayan, kanlı canlı bir insan olması.
Gelelim oyuncu kadrosuna… R rolünde Nicholas Hoult var. Kendisini küçüklüğünden beri tanıyoruz. Bir Erkek Hakkında filminde Hugh Grant ile birlikte rol almıştı. Titanların Savaşı’nda  da Medusa’nın kurbanlarından biri olmuştu.  R rolünün o pek konuşmayan her şeyi ifadeleriyle belli eden yapısını çok güzel oynadığını düşünüyorum.

Julie rolünde Ben Dört Numara, Sihirbazın Çırağı, Gerçek Masallar gibi filmlerden bildiğimiz Teresa Palmer var. Hem yüzünü hem oyunculuğunu beğendiğim bir aktristir. Tüm rollerini severek izlemişimdir.
R’ın en yakın arkadaşı M rolünde nedense hep “en yakın arkadaş” rollerine denk geldiğim Rob Corddry var. Bu filmde en az R kadar sempatik bir zombiyi canlandırıyor.
Film biraz karanlık ve biraz da mavi. Alacakaranlık serisinin ilk filmini hatırlarsınız. Bu film de onun korku öğesi taşımayan bir vampir filmi oluşu gibi; korkunç olmayan bir zombi filmi. (R gibi güzel zombilerin yanısıra tamamen karanlık ve çirkin zombiler de var ama o kadar korkunç olmadıklarını düşünüyorum.) Ayrıca Summit Entertainment’ın tüm filmlerinde olduğu gibi bu filmde de kaliteli ve çok güzel müzikler kullanılmış.



Jack: The Giant Slayer (Dev Avcısı Jack)



Bildiğimiz Jack ve Fasulye Sırığı hikayesinden yola çıkılmış bir film. Baş rollerimiz Jack de Isabelle de devlerle ilgili bir efsaneyi dinleyerek büyümüşlerdir. Ne var ki bir gün efsane gerçek olur ve yanlışlıkla suyla temas eden bir fasulye tohumu Isabelle’i da alıp devlerin gökyüzündeki evlerine çıkarır. Isabelle ülkenin kralının biricik kızı olduğundan en güçlü adamlardan oluşan bir birlik prensesi kurtarmak üzere yola düşer. Jack de olayın tek görgü tanığı olduğundan onlarla gelecektir. Böylece yıllar önce efsanede dinlediği gibi bir kahramanlık serüvenine atılabilecektir. Ancak elbette eğlenceyle karışık maceralar bitmek bilmez.

Sıcak Kalpler’deki başrolümüz Nicholas burada da Jack’i canlandırıyor. Isabelle ise sadece tek bir filmde gördüğüm güzel bir kız olan Eleanor Tomlinson (Kızlar Erkeklerden Ne İster filminde yan roldeydi. İzlemediyseniz, önerebileceğim güzel ve eğlenceli bir gençlik filmidir). Filmde iki başrol de çok iyiydi ancak benim asıl favorim olan asker Elmont rolündeki Ewan McGregor. Filmin en orijinal ve eğlenceli karakteriydi. E laf aramızda yakışıklılığı da insanın gözünü dolduruyordu. :)

Jack rolü için Tomlinson’un Kızlar Erkeklerden Ne İster filmindeki rol arkadaşlarından Aaron Johnson (Anna Karenina’nın Genç Vronsky’si dersem daha çok tanıyan çıkabilir sanırım.) düşünülmüş ama sonra rolü Hoult kapmış. Ben ikisini de çok beğeniyorum, hangisi olursa olsun güzel olurdu yapım.
Film ilk bakışta çocuk filmi gibi görünse de gittiğimde hiç de öyle olmadığını anladım. Devlerin en sevdikleri yiyeceğin insan olduğunu söylersem ne dediğimi anlarsınız sanırım. Ve bu koca adamlar oldukça kötü, acımasız ve çirkin şekilde tasvir edilmişler. Gördüğünüz andan beri hepsinden nefret etmeniz olası. Kendi adıma film boyunca ekrana patlamış mısırvari şeyler fırlatmamak için kendimi zor tutmuştum. Mısır bile almamıştım ama sırf fırlatmak için alabilirdim. -.-

Ancak filmin görsellikleri çok hoşuma gitti. Devlerin dünyasıyla insanlarınkini güzel bir araya getirmişlerdi. Mekanlar hoştu. Oyuncular hoştu. Hikaye güzeldi. Daha ne olsun. :)

Son olarak…

G.I. Joe: Retaliation (G.I. Joe: Misilleme)



Eski kötüler geri dönüyor! İlk filmde dünyayı kurtaran Joelar yine Zartan ile ama daha da kötü şekilde çarpışmak zorunda kalıyor. Çünkü bu sefer düşman daha planlı çalışıp işe Joeları yok etmekle başlıyor.  Kurtulmayı başaran bir avuç Joe askeri bu sefer kimlikleri açığa çıkmadan çalışmak zorunda kalıyor. Zartan’nın yanında bu sefer Amerika Başkanı ve çok çılgın bir suikastçi de var üstelik. Film iyi ve kötü sürprizler barındırıyor, izlerken şaşırdığım noktalar oldu.

İlk filmde Duke rolünde olan Channing Tatum bu filmde yine bizimle. Ancak arkadaşları yok ne yazık ki. Onların filme eğlence kattıklarını düşünüyordum oysa ki. İşin tuhafı filmde onlarla ilgili hiçbir şey söylenmiyor. Çok iyi anlayamamış olabilirim o kısımları ama Duke belki de göreve başka bir yerde devam ediyor. Her neyse Duke biraz geri planda kalmış ancak harika bir isim kadroya katılmış. Kas gerektiren bir çok rolde yer almış olan Diş Perimiz Dwayne Johnson’dan söz ediyorum! Eh Joe’lardan olmak da kas gerektirir sonuçta. Johnson yine her zamanki gibi esprili mizacıyla karşımızda ve rolünün hakkını veriyor.
Tanıdık bir isim olan Bruce Wills'de filmde karşımıza çıkıyor. Kendisi G.I. Joe'nun kurucusu rolünde. Lady Jaye ile çekişmelerini zevkle izledim. :) 

Ve filmin benim için odak noktası; tabi ki kırk üç yaşındaki taş Lee Byung Hun. İlk filmde olduğu gibi Storm Shadow rolüyle karşımıza çıkan oyuncu bu filmde öncekinden de dikkat çekici. Hocasının katilini yok edene kadar sessizlik yemini etmiş olan Snake Eyes ve Storm Shadow çekişmesi elbette sürüyor. Ancak filmin ortalarında bu çekişme çok şaşırtıcı bir hal alıyor. Elbette size ipucu vermeyeceğim. Snake Eyes demişken filmin en güzel sahnesi kesinlikle Snake Eyes’ın dağlardaki sahnesiydi. Filmi izlerken o sahneye dikkat edin derim :)

Sonuç olarak G.I. Joe: Misilleme’nin ilki kadar güzel olduğunu düşünüyorum. Ancak gözüme çarpan bazı kopuklukları göz önünde bulundurursam belki biraz puan kırabilirim.

G.I. Joe: Misilleme’den sonra bir türlü gidemedim sinemaya. Gitmek istediğim birçok filmi de kaçırdım böylece. Ama onları da daha sonra ev sinemasında izlemeyi planlıyorum. ^^
Aslında müzikten, resimden, nailarttan da biraz bahsedecektim ama çok daldan dala olmasın diye yazımı burada sonlandırıyorum. :)

Not: Bu Hoşbeş’in yerken her yere döküldüğünü daha önce fark etmiş miydiniz? -.-


Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)




4 Mart 2013 Pazartesi

Bir Hikaye Daha - Dikkat! Bu hikayede kan gövdeyi götürebilir. (1)


“Aşık olduğum kadının parçalanmış bedenine bakıyordum. Mezarlıktaki çocuklarım onun her bir parçasını kendi mezarına sürüklerken orada öylece dikildim. Lanetin bozulmasını bekliyordum. Ama … O öldükten sonra benim normal bir insan olmam neye yarayacaktı?  Mezarlığın ortasındaki büyük kayanın başındaydım ve Liz’in yavaş yavaş kayanın kenarlarından süzülüp çimenlere yayılan kanından başka bir şey görmüyordum.
Kitapta ‘gerçek aşkın gönüllü verdiği kanı’ diyordu. Laneti bozacak tek şey, bana aşık olan doğru kadının gönüllü verilen kanı olacaktı. Kan, Haunt kayasından toprağa süzüldüğünde laneti yapan Cadı ortaya çıkacaktı.
İşte geliyordu. Yanındaki…
Liz?
Benim Liz’im! 
İşe yaramış olmalıydı… Cadı büyüyü kaldıracak ve Liz’i bana geri verecekti.
Biraz daha yaklaştılar. Çocuklarımın hepsi gelenleri izliyordu. Liz’in elinde bir bez yığını vardı. Solgun ve mutsuz görünüyordu. O tıpkı… Tıpkı… Etrafta, mezarlarında usluca oturmuş Cadı’ya bakan ölü çocuklarım gibi beyazdı. Gerçekler aniden boğazıma yapıştı. Hayır boğazımı değil kalbimi sıkıyorlardı. Nefes alamadığımı hissettim.
Liz gerçekten ölmüştü.
Lanetim  bozulmamıştı. Tam tersine başka bir lanetle bağlanmıştı. Liz’in elindeki yumak küçük bir bebekti. Bunu, önüme gelip elindeki bezleri bana uzattığında anlamıştım. Ben dokuzuncu nesildim. Şimdi de elimde neslimin onuncusunu tutuyordum.
Lanetin bozulması için seçtiğim aşık doğru kişi değildi. Liz yanlış seçimimdi. Boşuna ölmüştü. Şimdi ölü çocuklarımın arasına katılacaktı ve ben on sekiz yıl onu orada diğerlerinden biriymişçesine beslemek zorundaydım. Üstelik yanlış kişinin ölmesine sebep olduğum için Cadı bu dünyaya onun ve benim kanımdan bir çocuk bırakıyordu. Benden önceki sekiz nesil de yanlış kişiyi öldürmüştü. Ben de elimdeki ufak bebek gibi lanetli bir çocuktum.
Sekiz yaşında rüyamda ölülerle konuşmaya başlamıştım. On iki yaşına geldiğimde her yerde onların seslerini duyuyordum artık.  On sekizime bastığım gün babamın kalbi aniden durmuştu ve Cadı ölecek olanları bulup getirme işinin bana geçtiğini söylemişti. Babama ait olan ince bir kitabı bana vermişti ve onunla aynı hatayı yapmamam gerektiğini söyleyip ortadan kaybolmuştu.
Şimdi elimdeki bu çocuğu büyütürken onun ölülerle arkadaşlık kurup delirmeye başlamasını izlemeliydim. O on sekizine geldiğinde kalbim aniden duracaktı. Ancak bu on sekiz yıl boyunca hem aşık olduğum kadının ölü ve aç halini hem de çocuğumuzun delirişini görecek olmam yüzünden ıstırap dolu olacaktı.
Umarım benim…”
Charlie büyükbabasının haddinden fazla gösterişli arabasında, onun taşradaki evine doğru yol alırken okuduğu kitabı kapatıp kapağına baktı.


Alexander McGregor
Lanet
1971

Neredeyse kırk yıl önce yazılmış bir kitaptan ne bekliyordu ki sanki. Kitabı oturduğu koltuğun yan tarafına fırlattı. İkinci el kitaplar satan dükkanda arkadaki raflardan birine sıkışıp kalmış bu kitabı alırken çok meraklanmıştı oysa ki… Ama bu, güzel bir aşk hikayesi değildi. Bilim ya da dinden de tamamen uzaktı. Lanetler, büyüler, kimsenin istemeyeceği tuhaf bir aşk ve bol bol kan içeriyordu…

“Abra Kadabra… Hokus Pokus! vıdı vıdı vıdı… Eğer lanet o kadar kolay bozulacak olsaydı Cadı Audrey neden öyle bir büyü yapacaktı ki?” diye söylendi kendi kendine. 
Gerçi şimdi de bir sürü doğaüstü kitap yazılmıştı ve Charlie bir çoğunu okumuştu da… Yine de edebi yönden de hiçbir çekiciliği olmayan bu kitap şimdikilerden daha saçma gelmişti ona. Çünkü iki binli yıllarda fantastik romanlar sadece eğlence için okunuyordu. Ancak bu kitap bir dönem yazıldığı çevrenin insanlarının efsanesi haline gelmişti. İnsanlar içindekilerin gerçek olduğuna inanıyordu. Bunu; kitabın ilk sayfasında bir önceki sahibi tarafından yazılmış notta okumuştu. 
Not, “Ya gerçekse?” diye bitiyordu. Kendinden önceki okuyucu da kafayı yemiş olmalıydı.

Charlie kitap hakkında düşünmeyi bırakıp başını arabanın camına yasladı. Yolun etrafında yalnızca tarlalar ve otlanan hayvanlar görünüyordu. Gelmelerine az kalmış olmalıydı. Güneş batmaya başlamıştı ve Charlie’nin yüzüne vuruyordu. O da gözlerini kapadı. Şimdi göz kapaklarını altın rengi görüyordu.
Anne babası da altınlarla ilgili bir şeyler için onu büyükbabasına yolluyorlardı zaten. Onlar arkeologdu. Bilmem ne uygarlığının bilmem kaçıncı kralının hazinesini aramaya gitmişlerdi. Geziden dönmeleri birkaç yıllarını alabilirdi. Genç kız bunun neden yıllar alacağını da anlamamıştı oysa ki… Belki aylar alırdı ve bu sorun değildi, ama yıllarca sürmesi başka bir yerde başka akrabalarla yaşaması gerektiği anlamına geliyordu. Bu yüzden ailesi Charlie’yi on dokuz yıldır hiç tanışmamış olduğu büyükbabasının şehrin dışındaki çiftlik evine gönderiyorlardı. Charlie ‘o yaşlı budalanın nasıl göründüğünü bile bilmiyorum.’ diye düşündü. Yıllarca torununu merak dahi etmemiş bir adamla uzun süre beraber yaşamak zorundaydı. Aman ne harika!
Annesinin sözleri aklına geliyordu.

“Sadece birkaç yıl bebeğim. Harika vakit geçireceksin. Büyükbaban iyi bir adamdır.”
Öyle miydi? Charlie emin olamıyordu. Çünkü onu tanıma fırsatı bile olmamıştı. Sadece fotoğraflarını görmüştü. Onlarda da son derece aksi görünüyordu.  
Charlie’nin düşünceleri bulanmaya başlamıştı. Nerede olduğunu, nereye gittiğini unutuyordu. Bir an sonra kendini uykuya bıraktı.

Rüyasında büyükbabası elinde bir boya fırçasıyla Charlie’yi kovalıyordu. Boş beyaz bir alandaydılar. Charlie arkasına baktı ve yaşlı adamın onu neredeyse yakalamak üzere olduğunu gördü. İleride bir kapı görmüştü, oraya koşmalıydı. Terliyordu. Ama nihayet kapıya ulaştı ve içeri girip koşmaya devam etti. Bomboş, büyük ve eski bir odaydı. Birkaç adım sonra adam onu yakalamıştı. Charlie engel olamadan büyükbabası onun suratını boyamaya başladı, sonra da onu tam ortasında görkemli bir aynanın asılı olduğu eski kırık dökük bir duvarlardan birine doğru çevirdi. Charlie yüzündeki şekillere anlam veremiyordu. Aynaya biraz daha yaklaştı ve bir anda şekiller yüzünde hareket etmeye başladı. Boynuzlu bir at sol yanağından sağ yanağına doğru koşuyordu, oradan da kulağına geçiyordu ki bir anda şekil kayboldu ve gerçek bir boynuzlu at boş odada dolanmaya başladı. Aynanın önüne geldiğinde durdu ve Charlie onun üzerine binebilsin diye eğildi. Charlie ata biner binmez, hayvan koşmaya başlamıştı. Bacaklarında güzel atın koşarken gerilen kaslarını hissedebiliyordu. Şimdi dışarı çıkmışlardı ve güneş ışıkları bulanık bir şekilde yüzüne çarpıyordu. Ancak rüzgar çok hafifti, neredeyse hiç gelmiyordu. Böyle olmamalıydı. Bir şeyler yanlış gibiydi. Charlie biraz daha bunalmaya başladı. At hala koşmaya devam ediyordu ancak Charlie elinin altında onun da terlediğini hissediyordu. At yavaşladı. Ama Charlie güneş yüzünden yine bulanık görüyordu. Şimdi çakıllı bir yolda ilerliyorlardı ve boynuzlu at tökezlemeye başlamıştı. Charlie’nin artık iyice midesi bulanmaya başlamıştı.

Bir anda bilinci yerine geldi. Gözlerini açmamıştı ama artık at üstünde değil arabada olduğunu hatırlıyordu. Araba çakıllı yola girmişti ve yavaşça ilerliyordu. Gelmiş olmalıyız, diye düşündü.  Yarı uykulu haliyle gözünü açtığında ilk işi pencereyi açmak oldu. Araba o kadar bunaltıcı ve havasızdı ki... Ancak sonra etraftakileri gördü ve kalan uykusunun da uçup gittiğini fark etti. Gözleri her şeyi daha iyi görmek istercesine kocaman açılmıştı.  

***

Paylaşacağım ilk hikayenin ilk bölümünün ilk kısmı :) Hatalar varsa affedin. İyi okumalar dilerim. ^^

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle... :)



"Bir Hikaye Daha" Geliyor...


Sayın okuyucum!
Bildiğiniz – ya da bilmediğiniz – üzere hikaye yazmakla çok yakından ilgileniyorum. O kadar çok ilgileniyorum ki her gün en az bir tane yeni bir hikayeyi kafamda kurup bitiriyorum hatta. Bunlardan bazılarını yazıya geçirebildim, bazılarıysa hala kafamda ya da not defterlerimde hayata atılmayı bekliyor.
Film güncesi tutacağımdan bahsetmiştim önceki yazımda, bu yazıda da bir hikaye güncesi tutmaya çalışacağımı duyuruyorum.

Yalnızca ilk bölümlerini paylaşacağım hikayelerimin. Çünkü en uzun yazdığım dört bölümden oluşuyordur. Evet, ne yazık ki bir süre sonra yeni bir hikayeye odaklanıp devamını getirmiyorum hiçbirinin. Neyse ki notlarım var da günün birinde hepsini tamamlama fırsatım olacak. :)

Ancak roman mı yazmaya kalkmışım nedir ilk bölüm bile yaklaşık on beş sayfa tutmuş. O yüzden bazen ilk bölümleri bile kısımlara ayrılmış olarak yayınlayabilirim. Ya da yapmam, bilemiyorum. Çok yeni ve aniden gelen bir fikir bu. Sevgili Joseonginseng ortaya attı. O yüzden hiçbir sistemim yok.  Yayınlayacaklarım da sadece taslaklar ve muhtemelen hata dolular. Yalnızca hepsini “Bir Hikaye Daha” başlığıyla yazacağımı biliyorum. Anlayışınıza sığınıyorum.

Şimdilik bu kadar. Bu gece, en paylaşılabilir düzgünlükte olanın ilk parçasını yollamaya çalışacağım.

Teşekkürler.

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)

18 Şubat 2013 Pazartesi

Pabuçsuz'un Film Güncesinden -1-


Evet, sayın okuyucu! Her zamanki gibi uzun bir ara verdikten sonra yine karşınızdayım.
Bu sefer eğlenceli mi eğlenceli bir konu seçtim üstelik!
Animasyon filmleri sever misiniz?


Ben bayılırım! Hele ki son zamanlarda animasyon film yapımcıları işi iyice ilerletmiş durumda. Animasyonlar artık öyle konulara sahip, öyle olay örgüleri içeriyor (Görüntü kalitesi ve efektlerden bahsetmiyorum bile.) ki sadece çocukları değil, genci, orta yaşlısı, en yaşlısı; kısacası herkesi avcunun içine alıveriyor.  :)
Sanırım benim için Oyuncak Hikayesi ile başlamıştı her şey…  1995-Pixar yapımı bir film. Daha sonraları Karınca Z filmi ile Dream Work’ten bir atak geldi ve şimdilerde izlediğimiz en güzel animasyon filmlerine doğru yola çıkılmış oldu. 

Yıllardır hem çok yaratıcı hem de çok eğlenceli –ve gittikçe daha kaliteli- yapımlar ortaya çıkarılıyor. E haliyle seyircinin de gözleri bayram ediyor.
Robotlar, Arabalar, Kayıp Balık Nemo, Shrek, Buz Devri, Madagaskar gibi bir sürü başyapıt yapıldı. Bunlardan Shrek, Buz Devri ve Madagaskar serileri bitti bildiğim kadarıyla. :(
Neyse ki animasyon film sektörü hız kesmeden birbirinden güzel filmleri yapmaya devam ediyorlar.
Ben de sizler için 2010’dan beri gözüme en çok çarpan birkaç tanesini tanıtmak istiyorum.
Daha doğrusu son 3 yılda en sevdiklerimden birkaçı demeliyim. Çünkü burada yazmadığım ama çok beğendiğim filmler de oldu.
Hazırsanız başlıyorum.

Ejderhanı Nasıl Eğitirsin? (How To Train Your Dragon) – 2010


Kendisi eski ama binaları yepyeni bir kasabada yaşayan bir Viking kabilesi ile ilgili hikayemiz…  Binalar yepyeni, çünkü düzenli olarak Ejderha saldırısına uğruyorlar! Üstelik bu vahşi Viking kültüründe ancak bir ejderha öldürürseniz gerçek bir Viking sayılıyorsunuz. Doğal olarak kabilemizin gençleri de son derece atak ve de cesurlar… Biri hariç.

Adı, Hıçkıdık. Tam bir baş belası. :) Diğerleri gibi çekicini ve kalkanını kuşanıp saldırmak yerine, ejderhaları uzaktan avlamaya yarayacak icatlar yapmaya çalışıyor ve her defasında çuvallıyor. Yine kasabaları ejderha saldırısına uğramışken o garip icatlarından birini deniyor ve tesadüfen bir ejderha düşürüyor. Bu ejderhayı bulup öldürürse kasabanın da saygınlığını kazanacak olan Hıçkıdık bulduğu ejderhayı öldüremeyince garip bir arkadaşlık hikayesi başlamış oluyor. Filmin adı “Ejderhanı Nasıl Eğitirsin?” olabilir ama belki de Dişsiz adını verdiği bu sevimli ejderha onu hatta tüm o önyargılı kasaba halkını eğitecektir. :)

Bu filmi hem dublajlı hem de dublajsız olarak izledim. Açıkçası çoğunlukla dublajdansa orijinal dilini tercih ederim. Ancak animasyon filmlerde dublaja diğer filmlere göre daha çok dikkat ediliyor. Bu nedenle dublajlar da oldukça eğlenceli hale geliyor. Yani bu filmi - ve diğerlerini de -  dublajla izlemekten hiç çekinmeyin. :) Orijinal seslendirmesinde de Gerard Butler, America Ferrara ve Jay Baruchel gibi önemli isimler var. Benim tavsiyem, sıkılmazsanız iki haliyle de izleyin. :)

Son aldığım duyuma göre Dream Works bir devam filmi olacağını açıklamış. Konusu belirtilmemiş ama vizyon tarihi 2013 olarak gösterilmiş.

***

Çılgın Hırsız (Despicable Me) – 2010


Gru ve Vektör adında iki hırsızımız var. Bir de aralarında git gide büyüyen bir rekabet… Büyümek derken gerçek anlamda bir büyümeden bahsediyorum. Her defasında daha büyük şeyler çalarak birbirini ezmeye çalışan bu hırsızlarımız en sonunda Dünya’nın uydusu olan Ay’ı çalmayı koyuyorlar kafalarına. Baş kahramanımız Gru Ay’ı çalmak için gerekli olan küçültücünün Vektör’de olduğunu öğrenince Ay’dan önce makineyi çalmayı planlar. Ne yazık ki tüm planları suya düşmektedir.  Ancak son anda kurabiye satan üç küçük kızın, Vektör’ün teknoloji harikası evine girmenin tek anahtarları olduğunu fark eder ve kızların kaldıkları yetimhaneye giderek onları evlat edinir.

Gru artık en büyük, en şanlı hırsız olmakla en çılgın, en harika baba olmak arasında bir seçim yapmak zorundadır. Ya da belki de ikisini de yapabilir?

Kız kardeşlerden en ufağının sevimliliğinden bahsetmeden edemeyeceğim. Küçük kızların hepsinin tatlı olmasının yanı sıra o ufaklık gerçekten en az yeni babası kadar çılgın. Hele bir unicorn takıntısı var ki görülmeye değer. :)

Orijinal seslendirmesini yine çok büyük isimler yapmış. Steve Carell , Jason Segel , Julie Andrews gibi hepimizin bir yerlerde görüp duymuş olması muhtemel insanlar. Steve Carell her alanda usta bulduğum bir isimdir ve burada da Gru karakterinin Gru olmasını sağlamış diyebilirim. Karakterin Türkçe seslendirmesiniyse Ata Demirer yapmış. Bana sorarsanız bir Steve Carell değil tabi ama oldukça da başarılı bulduğumu itiraf ediyorum. Özellikle aksanı çok sevimliydi. :)

***

Buradan sonrasında 2012 ve 2013 filmlerinden bahsetmek istiyorum. Bu filmleri izleyeli çok olmadığı için haliyle söyleyeceğim daha çok şey var. İlki…

***

Cesur (Brave) – 2012


Pixar ve Walt Disney birleşmesinden sonra elbette bir “Prenses Hikayesi” gelmeliydi… Ama Cesur’daki prensesimiz bildiğimiz Disney prenseslerine hiç benzemiyor.  E adı üstünde bu prensesimiz “Cesur”, yani otoriteye karşı gelmek konusunda...  :)

Merida, Kral Fergus ve Kraliçe Elinor’un en büyük çocuğu ve son derece başına buyruk bir İskoç prensesidir. Sevgili Kral Fergus kızının ayakları yere basan sağlam bir karakteri olmasından memnunken anne Elinor, Merida’nın zarif bir prenses olması konusunda ısrar etmektedir. Dolayısıyla filmin başlarında Merida ve annesinin arasındaki uçurumun git gide açılmasını izliyoruz. Annesinin baskısına katlanamayan Merida yanlışlıkla karşılaştığı bir cadıdan ani bir kararla yardım isteyiveriyor.  Ancak bu sevimli cadının ne yazık ki aklı gidip geliyor! Yapılmış tuhaf bir büyü ve atlanmış birkaç bilgiden sonra Merida ve annesinin aralarındaki sorunları çözme sürecine dahil olacağız. Peşlerindeki büyük tehlikeyle birlikte tabi…

Bu hikayede iyi kalpli yakışıklı bir prens ya da Karmakarışık filminde gördüğümüz ikilemde kalmış yakışıklı hırsız yok. Bu tamamen birbirini anlamayan insanların aralarını düzeltme hikayesi.  Filmde baştan sona anaerkil bir yapı gözümüze çarpıyor. Kral Fergus’un daha eğlenceli ve vurdumduymaz olmasının yanı sıra Kraliçe Elinor’un sözünü geçiren kişi olması, Merida’nın tüm Lord’ların oğullarından daha cesur ve güçlü olması gibi ayrımlar hikayenin komedi unsurlarını oluşturmuş. Tabi bir de Merida'nın afacan üçüz kardeşleri var. :)

Merida’nın saçları eminim filmi izlerken dikkatinizi çekecektir. Hatta afişte bile çekmiş olabilir. Öğrendiğime göre Pixar, prensesimizin saçlarını yapmak için özel bir teknoloji geliştirmiş. Bu özel yazılımın görevi prensesin -yanılmıyorsam-1500 bukleden oluşan saçlarını, onun hareketlerine göre senkronize etmekmiş. Filme oldukça emek verilmiş anlaşılan… Zaten hazırlıklarına vizyona girişinden 6 yıl önce başlanmış.

Seslendirme kadrosuna bakacak olursak Harry Potter kadrosundan üç kişiye rastlıyoruz. Kraliçe Elinor karakterini seslendiren kişi Profesör Trelawney rolünde gördüğümüz Emma Thompson. Kendisini Dadı McPhee olarak tanıyanlar da olabilir. :) Harry Potter’dan tanıdığımız bir diğer kişi ise Julie Walters. Weasley’lerin annesi dersem daha iyi tanırsınız sanırım. :) Başrolümüz Merida’yı ise Ölüm Yadigarları 2’de çok az gördüğümüz Helena Rawenclaw’ı canlandıran Kelly McDonald seslendirmiş. Bunlardan ayrı olarak Billy Connolly de Kral Fergus’u seslendiriyor.  Açıkçası orijinal dilinde izlemeye fırsatım olmamıştı. Ancak Türkçe dublajı çıktığında izlemek için sabırsızlanmıştım çünkü Merida karakterini Beren Saat'in seslendirdiğini duymuştum. Oyuncak Hikayesi’nde de Kıvanç Tatlıtuğ ile birlikte Barbie ve Ken’i seslendirmişlerdi. Cesur’u izledikten sonra “Keşke Beren Saat daha çok seslendirme yapsa…” dediğimi hatırlıyorum. Prensesin asiliğine çok yakıştırdığım bir ses oldu onunki. Orijinal seslendirmesiyle izlemediğimden ikisini karşılaştıramıyorum ne yazık ki.

Pixar’ın eski sahibi Steve Jobs’ın hayatını kaybetmesinden sonra ilk yapılan animasyon film Cesur’du. Bu yüzden filmin sonunda bütün çalışmanın ona adandığına dair bir ithaf yazısı sunulmuş.

***

Otel Transilvanya (Hotel Transylvania) – 2012


Bu canavarlar parti yapmayı biliyorlar! (-mı acaba?)

Dracula, Frankenstein, Kurt adam ve pek çok canavar daha… Yüzyıllardır insanları korkutmalarıyla tanındılar, ancak bir de olaya onların tarafından bakmak gerek. Onlar  da aslında insanlardan çekiniyorlardır ve onlardan uzakta mutlu mesut yaşamak istiyorlardır. Bu konuda en dertlisi Kont Dracula olduğundan insanların ulaşamayacağı etrafı “insansavar”la çevrilmiş bir otel kurar. Böylece canavarlar buraya gelip kafalarını dinleyebileceklerdir.

Dracula, kızı Mavis’in 118. yaşgünü için bir parti hazırlamak istemiştir ve dünyanın dört bir tarafından ünlü canavarları iki günlüğüne oteline toplamıştır. Delisiyle akıllısıyla çeşit çeşit canavara ev sahipliği yapmak sorun değildir de ya tuhaf bir insanoğlu yanlışlıkla Otel Transilvanya’ya girerse?

Dracula diğer canavarlar Jonathan’ın bir insan olduğunu anlamasınlar diye binbir takla atarken bir yandan da bu tuhaf çocuktan hoşlanmaya başlayan kızını ondan uzaklaştırmaya çalışacaktır. Ama -yanlışlıkla- kendi de dahil tüm canavarlar bu gençten hoşlanmaya başlayacaktır.

Film, korkunç canavarları ele alsa da korku öğeleri barındırmıyor. Yalnızca Dracula’nın, kızı söz konusu olduğu zamanlardaki ani çıkışlarına dikkat edin. :)

Bildiğiniz üzere bu canavarların hepsi “antika”. Demek istediğim hepsi tarihi özellik taşıyor. Günümüzden çok çok öncesine aitler. Ancak olaylar günümüzde geçtiğinden ve Jonathan günümüz gençlerinden biri olduğundan güncel öğelerin filme yansıyışını görüyoruz. Jonathan’ın kontakt lensleri, cep telefonu, müzik anlayışı ve sonlara doğru yapılan Twilight göndermesi beni çok eğlendirdi.

Filmin seslendirmesi sırasında çok kullanılmayan bir yöntem uygulanmış. Çoğunlukla yapıldığı gibi sanatçılar tek başlarına stüdyoya girip karakterlerinin sahneleri gelince seslendirmemiş. Bir diyalog sırasında konuşmayı yapan karakterlerin hepsi stüdyoda bulunmuş ve gerçekten konuşuyorlarmışçasına birlikte seslendirmişler. Bunun, tepkileri verme konusunda artı bir yönü olduğu söyleniyor.

Seslendirmeciler çok bilindik isimler. Özellikle Kont Dracula ve kızı Mavis’in seslerini çoğumuz biliyoruzdur. Kont Dracula’yı Adam Sandler seslendirmiş. Kendisini 50 İlk Öpücük, Spanglish, Hayatım Yalan gibi filmlerden tanıyoruz. Bildiğiniz üzere Dracula aksanlı konuşur. Adam Sandler da bu aksanın hakkını vermiş görünüyor. Ergen tatlı vampirimiz Mavis’in seslendirmesini de Selena Gomez yapmış. O da oyunculuğunu ve seslendirmesini beğendiğim genç yıldızlardandır. Jonathan karakterini Köfte Yağmuru’nda Bebek Brent’i seslendiren ve genelde küçük rollerde gördüğümüz ama tanıdık bir sima olan Andy Samberg seslendirmiş. Kadronun kalanında da Fran Drescher, Kevin James, Steve Buscemi gibi oyuncular var.

Türkçe dublajını izleme fırsatım olmadı ne yazık ki. Bu yüzden herhangi bir karşılaştırma yapamayacağım. Ancak izleyenlerin yorumuna bakılırsa daha iyi olacağı düşünülüp karakterleri şiveyle seslendirmek gibi birkaç hata yapılmış. Yine de izleyip görmek gerek, böyle şeyler izleyicinin takdirine kalmıştır sonuçta. :)
Filmin Zing adlı şarkısı da çok hoş olmuş, filmi izlerken beğeneceğinizi düşünüyorum.

Öğrendiğime göre adresimiz : 666 Transilvanya Yolu, Umbre, Romanya… Bekleriz :)

***

Oyunbozan Ralph (Wreck It Ralph) – 2013


“Fix It Felix” adlı oyunda Ralph isimli karakter binaları yıkıp, apartman sakinlerini dehşete sürükler ve Felix gelip sihirli çekiciyle binayı tamir eder. Günün sonunda apartman sakinleri bir olup Ralph’i binadan aşağı atar ve oyun mutlu sonuna ulaşır. Ama Ralph için değil. O bu hayatından memnun değildir ve kötü olmadığını kanıtlamak istemektedir. Tabi bunu yapmak için bir kahramanlık madalyası alması gerekiyordur. O da madalyasını bulmak için oyununu terk eder ve oyun dükkanındaki diğer oyunları gezerek bir madalya bulmaya çalışır. 
Ancak Ralph oradan oraya atlarken Sugar Rush adlı oyunu mahvedecek bir hataya sebep olur ve bunun üzere Tamirci Felix ve tehlikenin farkındaki tek kişi olan Çavuş Calhoun da Sugar Rush’a girer. Bu sırada Ralph, bir yarışçı olmak isteyen ama aksama sorunları olan Vanellope ile karşılaşır. Bu yerden bitme bilmiş kız Ralph’in zar zor elde ettiği madalyasını çalınca işlerin yönü değişir.

Başlarda filmin ana karakteri Felix olarak düşünülmüş ama yönetmen Ralph’in daha fazla potansiyele sahip olduğuna karar vermiş.  Bence gayet yerinde bir kararmış. :) 
Filmdeki Ralph karakterini ilk önce 8 bits pixel şeklinde yapmayı planlamışlar. Yani şu bildiğimiz; eski tip oyunlarda karakterlerin kare kare ve 2 boyutlu halleri gibi. Çünkü filmdeki oyun dükkanındaki Fix It Felix bu şekilde retro bir oyun. Ancak yapımcılar bu şekilde seyircinin karaktere bağlanmakta sorun yaşayacağını düşünmüş ve Ralph bir değişim sürecinden sonra filmde izlediğimiz haline gelmiş. Ayrıca 180’den fazla oyun karakterini oluşturmak için Disney çalışanları arasında bir oylama yapılmış seçilenler filmde kullanılmış. Başka oyunların karakterlerine rastlıyoruz üstelik filmde. Örneğin; Mario’nun rakibi Bowser’ı Ralph’in katıldığı Kötüler Toplantısı’nda görüyoruz. Bu karakterin filmde kullanılması için Mario oyununun yaratıcısı Nintendo, Bowser’a özel hareketleri belirlemiş ve sahneler bu direktiflere göre yapılmış.

Film ülkemizde vizyona 15 Şubat’ta ve Türkçe dublajlı olarak girdi. Ben dublajlı halini izleyemedim henüz. Vizyona girişinden birkaç hafta öncesinde orijinal dilinde izlemiştim ve seslendirmesi gerçekten hoşuma gitmişti. Karakterler seslendirmecileriyle çok iyi uyuşmuşlar. Özellikle karizmatik bir kadın olan Çavuş Calhoun için Jane Lynch harika bir ses olmuş.  Aynı şekilde John Reilly, Ralph için ve Sarah Silverman da Vanellope’nin bilmişliğine çok uygun bir iş başarmışlar. Dediğim gibi Türkçe dublajıyla izlemedim ancak bu film için alt yazının da çok hoşuma gittiğini belirtmem gerek. Ralph ve Vanelope’nin birbirlerine taktıkları lakapların ve Şeker Kral’ın saçma sapan isimlendirmelerinin hakkını veren bir çeviriyle izlemiştim. Umarım dublajda da bu tarz güzel, filme renk katan espriler kullanılmıştır. :)

Filmin soundtrackinde Rihanna ve Owl City'de güzel parçalarıyla yer alıyorlar.

Unutmadan ekleyeyim, Oyunbozan Ralph 85. Akademi Ödüllerine aday olarak gösterilen bir filmmiş.  Oscar ödülüne layık görülen bir diğer film, yukarıda bahsettiğim Cesur adlı animasyon. En İyi Animasyon Film dalındaki diğer rakipleri de Frankenweenie, Paranorman ve Korsanlar adlı filmlermiş. Bu üçünden sadece Korsanlar’ı izleme fırsatı buldum. Diğerlerini de en yakın zamanda izleyeceğim.  24 Şubat’ta yapılacak törende göreceğiz kimin ödülü alacağını. :)
Düzenleme: Ve ödülüüü... Cesur (Brave) aldı! ^-^ 

Ve… Yazımı burada bitiriyorum sayın okuyucu. Umarım zevk aldığınız bir yazı olmuştur. Umarım filmleri de izleyip beğenirsiniz.
Bundan sonra izlediğim, beğendiğim filmleri, ister eski ister yeni olsunlar, paylaşmaya çalışacağım sizlerle.
Bir sonraki yazıya kadar hoşçakalın!

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)



10 Kasım 2012 Cumartesi

Neler yaptım? : Çok sanatsalmışım meğersem.





Selam benim canımın içleri, ciğerimin köşeleri, prenseslerinin biricik cimcimeleri! :)

Bir süredir yoktum.
Yazma ihtiyacım bitmemişti tabi ki. Diğer bloğumda takıldım sadece. Ama Jiyong’a anlatamadığım şeyler de var. Ona genellikle o anki hal ve hislere göre içimden akıp gidenleri yazıyorum. O yüzden uzun uzadıya yazayım dedim beni dinleyecek okuyucularıma. :)
Neler yaptım, nelere kızdım, nelere sevindim? Hepsini bu yazıda ortaya dökeceğim. ^^

Yaz aylarından beri doğru düzgün bir yazı ortaya koymamışım.
Evet, yaz aynı monotonluğuyla devam etti, o konuda hala dipteyim sondayım depresyondayım. -.- yine de yazın başladığım birkaç şeyin meyvesini alıyorum bu sıralar ve sürekli mutlu geziyorum ^^
Bildiğiniz üzere bilim ve felsefede kendimi bulamayınca sanata yönelmeye karar vermiştim. Bu günlerde, ilerleme kaydettiğimi fark ettiğim için mutluyum işte.

Baştan alıyorum tamam :)

Öncelikle belirtmeliyim ki çok sanatsal bir ailem vardır azizim! ^^
Hem annem hem babam (özellikle babam) iyi şarkı söyler.
Hem annem hem babam (özellikle annem) resimde iyidirler.

Böylelikle hem kardeşim hem ben yetenekli doğmalıydık sanırım. Kardeşim bunu kanıtlarcasına resim okumaya başladı. Sesini dinlememe izin vermez ama müzik eğitmeni, onun bu konuda iyi olduğunu söyledi. Bir de nereden geldiğini anlamadığım bir rol yeteneği var ki sormayın. :)
Bense felsefe okuyorum ve kardeşime gıpta ediyorum. Çünkü yetenekler benim için pek de açık şeyler olmadı.

Resimle ilgili yaşananları biliyorsunuz. Çok uzun bir süre ara vermiş ve yazın G-Dragon’a yollanan kaykayı çizerek dönüş yapmıştım. Daha sonra kağıt üzerinde değil ama başka bir alanda resimlere devam ettim.
Tırnaklar! Bunu da söylemiştim sizlere, ama örnekleri hiç göstermedim. Yaptığım nail artları yazının ilerleyen kısımlarında paylaşacağım. :)

Müzik konusuna gelecek olursak…
Sanırım her şey ilkokulda öğretilen şu şarkılardan biriyle başlamıştı. Öğretmenimiz, ne olduğunu hatırlayamadığım bir şeyden ötürü şarkıyı benim söylememi istemişti. Ben önce söyleyecektim ve sınıfa nasıl söylenmesi gerektiğini gösterecektim sanırım. Topluluk karşısında olma korkusuyla dolup taşarak, neredeyse ağlamaklı halde tahtaya çıktım ve şarkıma başladım. Tam olarak hangi şarkıydı bilmiyorum ama ya “Dağ başını duman almış…” ya da “Tohumlar fidana, fidanlar ağaca…” diye girmiştim şarkıya. O an sesimin nasıl olduğunu hiç hatırlamıyorum. Muhtemelen küçük bir çocuğun sesi nasılsa öyleydi :)
O anla ilgili hatırladığım şeyler; mutluluk ve rahatlamaydı. Öğretmenim bundan övgüyle bahsetmişti.
“İşte böyle!”

Öyleydi işte. Tam bir şarkı makinesine dönüştüm. Sesimin nasıl olduğuna aldırmadan, detone olsam bile deli gibi şarkı söylüyordum. Sözleri unutursam uyduruyordum, “Hmmm…” “Mmmm…” “La la la”larla geçiştiriyordum.
Ortaokula başlarken bir İngilizce kursuna yazıldım. Çok eğlenceli bir kurstu. Düzenli olarak İngilizce şarkılar öğretirlerdi bize. Önce sözlerini yazılı olarak veriyor sonra müzik eşliğinde koro halinde söyletiyorlardı. Sözleri okuyarak şarkı söylemek fikri oradan yerleşti aklıma. Sürekli ailemin iş yerlerine gidiyor, şarkı sözü çıktıları alıyordum. Sonra da evde yalnız olduğum zamanlarda banyoda bağıra çağıra şarkılarımı söylüyordum.
Şarkı söyleme işini ciddiye almam liseyi buldu. O zamanlar evimize internet de bağlanmıştı artık. Bu yüzden sözlere oradan bakardım. Grip olduğum bir gündü. Boğazım şişmiş, ağrıyordu. Burnum sanki içine Amazon nehri kaçmışçasına akıyordu. Canım şarkı söylemek istiyordu ama boğazım yüzünden söyleyemiyordum. Teller titredikçe öksüresim geliyordu. Bir bardak su içtim ve tekrar sandalyeye oturdum. Dilbilgisi dersine giren bir öğretmenimin dedikleri gelmişti aklıma.
Bize şarkı söylemesini istemiştik ve hasta olmasına rağmen söyleyeceğini belirtmişti o da. Sırtını dikleştirip sandalyenin ucuna oturmuş elini de karnına koymuştu.
“Şarkıcıların hastayken bile seslerinin güzel çıkması buradan söylemelerinden kaynaklıdır.” dediğini hatırlıyorum. Sonra karnını şişirerek bir nefes aldı ve gayet normal şekilde zorlanmadan şarkısını söyledi.

Ben de duruşumu düzelttim, nefesimi karnıma doğru alıp söyledim. Burun tıkanıklığından dolayı hafif bir değişme vardı sesimde evet, ama çok rahat çıkıyordu. Sanki boğazım boş bir boruydu, hiç acıtmadan kolayca ilerliyordu. Üstelik kocaman evimizin her köşesinden duyulabilecek kadar da güçlü çıkıyordu şimdi. Sevmiştim bu işi. Bu yüzden öyle devam ettim ve beğenilerin arttığını gördüm.
Üniversiteye başlayınca söylemeyi azalttım. Kaldığım odalar o kadar ince duvarlıydı ki yan odada telefon titrese duyuyordum. Ben de mırıldanarak devam ettim. Günün birinde bana kötü söylediğimi söyleyen biriyle karşılaştım. Böylece mırıldanmayı bile kestim.

Bu yaz her nasılsa iki yıldır bastırılmış olan şarkı söyleme dürtüsü baskın geldi ve bağıra çağıra şarkı söylemelere başladım. Ancak o kadar boşlamıştım ki bunu bu sefer kendim de beğenmedim söyleyişimi.
Böylece bildiğim ya da araştırıp yeni öğrendiğim tüm ses alıştırmalarını yapmaya başladım. Gün içinde sürekli ve uzun süreli alıştırmalar yaparak birkaç haftada eskisinden kat kat iyi bir hale geldim. Çünkü daha önce sesim eğitimli değildi ve ben bunu denememiştim bile. O sıralar hevesimi kıran kişiye şimdi minnettarım. O bunu müzik bilgisiyle değil bana duyduğu nefretle söylemişti ama şimdi daha iyi olmamı sağladı.
Sonuç olarak birkaç aydır gerçekten fena olmadığını düşündüğüm şekilde şarkı söylüyorum. Artık yan odadakilerin duyup duymamasın aldırmıyorum. Sadece oda arkadaşım yanımdayken biraz utanıyorum ve söylemiyorum ama olsun. Sonuçta ben de dünya sahnelerine çıkacak değilim. :)

Çalışıp çalışıp güzel söylediğim şarkıların listesini tutuyorum. Yazının ilerleyen kısımlarında bundan da söz edeceğim.

Resim ve müzik dışında nereden geldiğini anlamadığım şekilde bir fotoğraf çekme tutkusuna sahibim. Bunlar da yazının ilerisinde.

Yaşadığım ve kısaca özetleyeceğim olaylar da yazının ilerisinde.

Yazının ilerisi dediğim yere geldik şimdi de. :)

Neler söyledim?


Bunlar söylemeyi başarabildiklerim. Rap yapamıyorum tabi. Normal vokalleri söylüyorum ben. K.Will-Please Don’t şarkısını da deneyeceğim bir gün ^^

Neler çizdim boyadım?

Çoğunlukla ojelerle çalıştım.
Önce tırnaklar...


Bunu yaparken ojelerin azizliğine uğradım aslında. sakız gibi bir kıvama bürünmüşlerdi. Sanırım fazla açık kaldılar. -_- İki gün sonra temizlemek zorunda kaldım bu yüzden. İçime sinmemişti çünkü.


Bunu ise tamamen can sıkıntısıyla birkaç dakika içinde yaptım. Gümüş rengi bir oje ve siyah zebra çizgileri. Deseni tek tırnağıma yapıp bıraktım. Daha asil duruyordu.



Bunu çok severek kullandım. Üstelik sürekli elde bulaşık yıkamama rağmen bir hafta hiç zarar görmeden durmuşlardı. Bu özelliklerine bayılmıştım. Pembe Leopar'ın gücü adına! 


Birkaç gün önce Mavi Leopar'ı da denemek istedim ama tabana sürdüğüm mavi biraz koyu kaçtı sanırım çok boğuk geldi, birkaç güne sildim bu yüzden. Daha açık bir mavi almalıyım en kısa zamanda. ^^


Bu da, şu an hala sapasağlam duran Galaxy ojelerim. Bu aralar favorim bu. Çok havalı durduğunu düşünüyorum. Işıl ışıl geliyor bana. O yüzden kısa bir arayla ikinci kez yaptım, ki genellikle bir yaptığımı bir daha yapmıyorum. Bir ay sonra yeniden yapabilecek kadar da zevk alıyorum hala :D

Tırnaklar bu kadardı. Çok fazla üstelemedim açıkçası. Pratik olduğu için düz renklerle idare ediyorum genellikle.

 Bir de kardeşimin telefon kılıfını boyadım. Kenarları kirlenmişti ve lekeler çıkmak bilmedi. Bari boyayayım dedim. Oda böyle oldu. :)



Aşağıdaki, ojelerle yapılmadı. (anlamışsınızdır :D) Tamamen teknolojik bir ortamda hazırladım. Amacı yok, nedeni de... Kardeşimin telefonundaki resim yapma programı eğlenceli görünüyordu ben de kullandım. ^^




  Nelere sevindim?


-Öncelikle bir köpek sahibiyim artık. Çok tatlı, akıllı, bir yaşında bir tatlışımız var. İsmi Rex. En sevdiği şey üzerinize atlayıp size sarılmak. Çoğunlukla öyle bir sıkıyor ki dış müdahale olmadan uzaklaşıp evin içine giremiyorsunuz. :) Çok yakışıklı ve de sevgi dolu bizim Rex’imiz :)

Bu da çaktırmadan çektiğimiz bir fotoğrafı.  :)

-Dedecikle bol bol vakit geçirdim. Çok eğlenceli bir adam olduğunu fark ettim. Bunca yıldır pek tanımamışım kendisini. Bana hayat hikayesini anlattı. Çalışıp çabalayıp geldiği nokta ise gerçekten muazzam. Umarım onun gibi olabilirim ilerde. İlginç esprileri var. Ve onunla belgesel izlemek inanılmaz derecede eğlenceli. :)

-Bir ilke imza attım. Hayatımın arkadaşlığını kurdum sanırım. Yaz boyunca yüz yüze görüşmediğim halde her gün konuştuğum bir arkadaşım olmamıştır hiç. Araya mesafe girdiği an insanları unutan bir yapım var ne yazık ki. Ama Cemre benim için bir ilk oldu. Tüm yazı başka şehirlerde geçirmemize rağmen hiç kopmadık. İki gün görüşmesek konuşacak konular dağ olurdu. Onunla yazın çok eğlendim. :)


Neler çektim?

Mankenin hep kız kardeşim olduğu bir sürü konseptsiz fotoğraf.  Fotoğrafta konu işlemem çoğunlukla. 


Ojeler çok hoş görünüyordu o yüzden çektim bunu :D Adını "Real Diamond (!)" koydum.



Makyajı uzun sürmüştü ama tek çekimde işimizi tamamladık. Adını "Türkan Şoray Kirpiği" koyabilirim, ha ne dersiniz? :)



Bu fotoğrafta içime sinmeyen bir sürü şey var. Örneğin saçların karmaşası. kolunun duruşu gibi. Ama yine de koymak istedim. Makyajı fena olmamış gibi.



Bu makyaj yenilebilir guaj boyalarla yapıldı. Çıkarması tam 27 dakika sürdü. Evet saydım :D



Nelere kızdım?

-Annemle babama kızdım. Ettikleri kavgalara… Annemin gidişine… Babamın akıllanmayışına…
-Yakın bir arkadaşıma kızdım. Çünkü bir hayalimden bahsettiğimde beni dalgaya aldı. Daha dinlemeden, beni yapamayacakmışım gibi etiketledi.
-Başka bir yakın arkadaşıma kızdım. Çünkü o da başka bir hayalimin önüne sözleriyle bariyer çekti. Yapmamamı söyledi. Biraz bencilceydi davranışı, ama arkadaşım olduğu için sustum. 
-Sınıftaki arkadaşlarıma kızdım ve devam ediyorum kızmaya. Çünkü… Nedeni yok, bir grup insan dışında sevdiğim pek kişi bulamadım işte… Ya da belki de üniversitede insanlar ukalalık yarışında olduğundandır.


Neler Öğrendim?

-Bir şeylerde daha iyi olmak istiyorsam çalışmam gerektiğini öğrendim. Kendimizi geliştirmeye çabalarsak her zaman diğerlerinden bir adım önde oluruz. Daha da önemlisi kendimizden bir adım önde oluruz. Örneğin benim için şarkı söylemek. Alıştırma yaparak önceki rezilliğimden daha iyi bir yere ulaştım. :) Resim ve fotoğraf konusunda da kendimi geliştirme çabalarına girişeceğim. Bakarsınız harika olurum! ^^

-Sonuçlar iyi olmasa bile yeni şeyler denemek gerektiğini öğrendim. Yenilikler iyidir, güzeldir.
 Örneğin bu. 


Kahve Dünyası'na gidip -sırf rengi için olduğunu itiraf ediyorum- Nane Limonlu Frozen'ı denedim. Ve beğenmedim. Ama "Hiç içmedim." demeyeceğim. :)

-Aykut Oğut'un haklı olduğunu öğrendim. Aman nazar değer diye bazı şeyleri kendimize saklıyoruz. Ona göre bu bize fayda getirmeyecekti. Haklıydı, bir şeyleri karşımdakilere anlatmış olsaydım, o şeylerden vazgeçmek zorunda kalmazdım. Bu aslında kendi kendimi engellemekmiş. Her zaman her şeyi söyleyeceğim.



Neler yapmak istiyorum?

-K.Will-Please Don’t’u söylemek konusunda alıştırma yapmak istiyorum. :) Taktım ona farkındayım, umarım hüsran olmaz. :D
-Kavak Yelleri’ni izlemek istiyorum yeniden. (Gerçi Efe bin kere ölmeyeydi iyiydi... ) Takip ettiğim sınırlı sayıda Türk dizisinden biriydi, bitirebilmek isterdim. Ve bitireceğim de umarım bu sefer ^^
-Piyanoya yeniden başlamak istiyorum. Çok iyi ilerliyordum aslında, bir çok şey öğrenmiştim. Neden bıraktım, hiç anlamıyorum. Çocuk kafası...
-Daha yeni şeyler çizmek, boyamak istiyorum. Yetmiyor bana bunlar, kabıma sığamıyorum sanki. daha çok şey öğrenmek, daha yaratıcı olmak istiyorum.
-Bir de yeni bir blog açmak istiyorum. Çünkü...


Bu tarz kulaklıklar yapıyorum ve bunları satabilirim diye düşünüyorum. 

Daha ayrıntılı görünüşleri.






 "Uzay Yolu" kılıklı olan kendi kulaklığım. "Metropol'de Gün Batımı" da arkadaşımın. Kulaklıkları birlikte almıştık. Ama beyaz renk çok kirlenmeye müsait görünüyordu. Ben de böyle bir şey yaptım.

Ayrıca bunları telefon kılıflarına uygulamak da iyi fikir gibi. Oda arkadaşımdan çıktı fikir. Zaten kardeşiminkini boyamıştım, neden olmasındı? :) Uygun, düz bir Iphone kılıfı bulup deneyeceğim. Beğenen olursa onu satacağım. Kendimde kalmasın diye Iphone kılıfı diyorum çaktırmayın. :D 
Yoksa üstüne yatarım ben onun. -_-

Velhasıl böyle.

Uzun zamandır yazmadım ya buraya, şimdi de önünü alamadım. Epey uzun bir yazı oldu. Buralara kadar okuyabildiyseniz teşekkürler.


Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)