Pages

4 Mart 2013 Pazartesi

Bir Hikaye Daha - Dikkat! Bu hikayede kan gövdeyi götürebilir. (1)


“Aşık olduğum kadının parçalanmış bedenine bakıyordum. Mezarlıktaki çocuklarım onun her bir parçasını kendi mezarına sürüklerken orada öylece dikildim. Lanetin bozulmasını bekliyordum. Ama … O öldükten sonra benim normal bir insan olmam neye yarayacaktı?  Mezarlığın ortasındaki büyük kayanın başındaydım ve Liz’in yavaş yavaş kayanın kenarlarından süzülüp çimenlere yayılan kanından başka bir şey görmüyordum.
Kitapta ‘gerçek aşkın gönüllü verdiği kanı’ diyordu. Laneti bozacak tek şey, bana aşık olan doğru kadının gönüllü verilen kanı olacaktı. Kan, Haunt kayasından toprağa süzüldüğünde laneti yapan Cadı ortaya çıkacaktı.
İşte geliyordu. Yanındaki…
Liz?
Benim Liz’im! 
İşe yaramış olmalıydı… Cadı büyüyü kaldıracak ve Liz’i bana geri verecekti.
Biraz daha yaklaştılar. Çocuklarımın hepsi gelenleri izliyordu. Liz’in elinde bir bez yığını vardı. Solgun ve mutsuz görünüyordu. O tıpkı… Tıpkı… Etrafta, mezarlarında usluca oturmuş Cadı’ya bakan ölü çocuklarım gibi beyazdı. Gerçekler aniden boğazıma yapıştı. Hayır boğazımı değil kalbimi sıkıyorlardı. Nefes alamadığımı hissettim.
Liz gerçekten ölmüştü.
Lanetim  bozulmamıştı. Tam tersine başka bir lanetle bağlanmıştı. Liz’in elindeki yumak küçük bir bebekti. Bunu, önüme gelip elindeki bezleri bana uzattığında anlamıştım. Ben dokuzuncu nesildim. Şimdi de elimde neslimin onuncusunu tutuyordum.
Lanetin bozulması için seçtiğim aşık doğru kişi değildi. Liz yanlış seçimimdi. Boşuna ölmüştü. Şimdi ölü çocuklarımın arasına katılacaktı ve ben on sekiz yıl onu orada diğerlerinden biriymişçesine beslemek zorundaydım. Üstelik yanlış kişinin ölmesine sebep olduğum için Cadı bu dünyaya onun ve benim kanımdan bir çocuk bırakıyordu. Benden önceki sekiz nesil de yanlış kişiyi öldürmüştü. Ben de elimdeki ufak bebek gibi lanetli bir çocuktum.
Sekiz yaşında rüyamda ölülerle konuşmaya başlamıştım. On iki yaşına geldiğimde her yerde onların seslerini duyuyordum artık.  On sekizime bastığım gün babamın kalbi aniden durmuştu ve Cadı ölecek olanları bulup getirme işinin bana geçtiğini söylemişti. Babama ait olan ince bir kitabı bana vermişti ve onunla aynı hatayı yapmamam gerektiğini söyleyip ortadan kaybolmuştu.
Şimdi elimdeki bu çocuğu büyütürken onun ölülerle arkadaşlık kurup delirmeye başlamasını izlemeliydim. O on sekizine geldiğinde kalbim aniden duracaktı. Ancak bu on sekiz yıl boyunca hem aşık olduğum kadının ölü ve aç halini hem de çocuğumuzun delirişini görecek olmam yüzünden ıstırap dolu olacaktı.
Umarım benim…”
Charlie büyükbabasının haddinden fazla gösterişli arabasında, onun taşradaki evine doğru yol alırken okuduğu kitabı kapatıp kapağına baktı.


Alexander McGregor
Lanet
1971

Neredeyse kırk yıl önce yazılmış bir kitaptan ne bekliyordu ki sanki. Kitabı oturduğu koltuğun yan tarafına fırlattı. İkinci el kitaplar satan dükkanda arkadaki raflardan birine sıkışıp kalmış bu kitabı alırken çok meraklanmıştı oysa ki… Ama bu, güzel bir aşk hikayesi değildi. Bilim ya da dinden de tamamen uzaktı. Lanetler, büyüler, kimsenin istemeyeceği tuhaf bir aşk ve bol bol kan içeriyordu…

“Abra Kadabra… Hokus Pokus! vıdı vıdı vıdı… Eğer lanet o kadar kolay bozulacak olsaydı Cadı Audrey neden öyle bir büyü yapacaktı ki?” diye söylendi kendi kendine. 
Gerçi şimdi de bir sürü doğaüstü kitap yazılmıştı ve Charlie bir çoğunu okumuştu da… Yine de edebi yönden de hiçbir çekiciliği olmayan bu kitap şimdikilerden daha saçma gelmişti ona. Çünkü iki binli yıllarda fantastik romanlar sadece eğlence için okunuyordu. Ancak bu kitap bir dönem yazıldığı çevrenin insanlarının efsanesi haline gelmişti. İnsanlar içindekilerin gerçek olduğuna inanıyordu. Bunu; kitabın ilk sayfasında bir önceki sahibi tarafından yazılmış notta okumuştu. 
Not, “Ya gerçekse?” diye bitiyordu. Kendinden önceki okuyucu da kafayı yemiş olmalıydı.

Charlie kitap hakkında düşünmeyi bırakıp başını arabanın camına yasladı. Yolun etrafında yalnızca tarlalar ve otlanan hayvanlar görünüyordu. Gelmelerine az kalmış olmalıydı. Güneş batmaya başlamıştı ve Charlie’nin yüzüne vuruyordu. O da gözlerini kapadı. Şimdi göz kapaklarını altın rengi görüyordu.
Anne babası da altınlarla ilgili bir şeyler için onu büyükbabasına yolluyorlardı zaten. Onlar arkeologdu. Bilmem ne uygarlığının bilmem kaçıncı kralının hazinesini aramaya gitmişlerdi. Geziden dönmeleri birkaç yıllarını alabilirdi. Genç kız bunun neden yıllar alacağını da anlamamıştı oysa ki… Belki aylar alırdı ve bu sorun değildi, ama yıllarca sürmesi başka bir yerde başka akrabalarla yaşaması gerektiği anlamına geliyordu. Bu yüzden ailesi Charlie’yi on dokuz yıldır hiç tanışmamış olduğu büyükbabasının şehrin dışındaki çiftlik evine gönderiyorlardı. Charlie ‘o yaşlı budalanın nasıl göründüğünü bile bilmiyorum.’ diye düşündü. Yıllarca torununu merak dahi etmemiş bir adamla uzun süre beraber yaşamak zorundaydı. Aman ne harika!
Annesinin sözleri aklına geliyordu.

“Sadece birkaç yıl bebeğim. Harika vakit geçireceksin. Büyükbaban iyi bir adamdır.”
Öyle miydi? Charlie emin olamıyordu. Çünkü onu tanıma fırsatı bile olmamıştı. Sadece fotoğraflarını görmüştü. Onlarda da son derece aksi görünüyordu.  
Charlie’nin düşünceleri bulanmaya başlamıştı. Nerede olduğunu, nereye gittiğini unutuyordu. Bir an sonra kendini uykuya bıraktı.

Rüyasında büyükbabası elinde bir boya fırçasıyla Charlie’yi kovalıyordu. Boş beyaz bir alandaydılar. Charlie arkasına baktı ve yaşlı adamın onu neredeyse yakalamak üzere olduğunu gördü. İleride bir kapı görmüştü, oraya koşmalıydı. Terliyordu. Ama nihayet kapıya ulaştı ve içeri girip koşmaya devam etti. Bomboş, büyük ve eski bir odaydı. Birkaç adım sonra adam onu yakalamıştı. Charlie engel olamadan büyükbabası onun suratını boyamaya başladı, sonra da onu tam ortasında görkemli bir aynanın asılı olduğu eski kırık dökük bir duvarlardan birine doğru çevirdi. Charlie yüzündeki şekillere anlam veremiyordu. Aynaya biraz daha yaklaştı ve bir anda şekiller yüzünde hareket etmeye başladı. Boynuzlu bir at sol yanağından sağ yanağına doğru koşuyordu, oradan da kulağına geçiyordu ki bir anda şekil kayboldu ve gerçek bir boynuzlu at boş odada dolanmaya başladı. Aynanın önüne geldiğinde durdu ve Charlie onun üzerine binebilsin diye eğildi. Charlie ata biner binmez, hayvan koşmaya başlamıştı. Bacaklarında güzel atın koşarken gerilen kaslarını hissedebiliyordu. Şimdi dışarı çıkmışlardı ve güneş ışıkları bulanık bir şekilde yüzüne çarpıyordu. Ancak rüzgar çok hafifti, neredeyse hiç gelmiyordu. Böyle olmamalıydı. Bir şeyler yanlış gibiydi. Charlie biraz daha bunalmaya başladı. At hala koşmaya devam ediyordu ancak Charlie elinin altında onun da terlediğini hissediyordu. At yavaşladı. Ama Charlie güneş yüzünden yine bulanık görüyordu. Şimdi çakıllı bir yolda ilerliyorlardı ve boynuzlu at tökezlemeye başlamıştı. Charlie’nin artık iyice midesi bulanmaya başlamıştı.

Bir anda bilinci yerine geldi. Gözlerini açmamıştı ama artık at üstünde değil arabada olduğunu hatırlıyordu. Araba çakıllı yola girmişti ve yavaşça ilerliyordu. Gelmiş olmalıyız, diye düşündü.  Yarı uykulu haliyle gözünü açtığında ilk işi pencereyi açmak oldu. Araba o kadar bunaltıcı ve havasızdı ki... Ancak sonra etraftakileri gördü ve kalan uykusunun da uçup gittiğini fark etti. Gözleri her şeyi daha iyi görmek istercesine kocaman açılmıştı.  

***

Paylaşacağım ilk hikayenin ilk bölümünün ilk kısmı :) Hatalar varsa affedin. İyi okumalar dilerim. ^^

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle... :)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder