“Aşık olduğum kadının parçalanmış bedenine bakıyordum.
Mezarlıktaki çocuklarım onun her bir parçasını kendi mezarına sürüklerken orada
öylece dikildim. Lanetin bozulmasını bekliyordum. Ama … O öldükten sonra benim
normal bir insan olmam neye yarayacaktı? Mezarlığın ortasındaki büyük kayanın
başındaydım ve Liz’in yavaş yavaş kayanın kenarlarından süzülüp çimenlere
yayılan kanından başka bir şey görmüyordum.
Kitapta ‘gerçek aşkın gönüllü verdiği kanı’ diyordu. Laneti bozacak
tek şey, bana aşık olan doğru kadının gönüllü verilen kanı olacaktı. Kan, Haunt kayasından toprağa süzüldüğünde laneti yapan Cadı ortaya çıkacaktı.
İşte geliyordu. Yanındaki…
Liz?
Benim Liz’im!
İşe yaramış olmalıydı… Cadı büyüyü
kaldıracak ve Liz’i bana geri verecekti.
Biraz daha yaklaştılar. Çocuklarımın hepsi gelenleri
izliyordu. Liz’in elinde bir bez yığını vardı. Solgun ve mutsuz görünüyordu. O
tıpkı… Tıpkı… Etrafta, mezarlarında usluca oturmuş Cadı’ya bakan ölü çocuklarım
gibi beyazdı. Gerçekler aniden boğazıma yapıştı. Hayır boğazımı değil kalbimi
sıkıyorlardı. Nefes alamadığımı hissettim.
Liz gerçekten ölmüştü.
Lanetim bozulmamıştı.
Tam tersine başka bir lanetle bağlanmıştı. Liz’in elindeki yumak küçük bir
bebekti. Bunu, önüme gelip elindeki bezleri bana uzattığında anlamıştım. Ben
dokuzuncu nesildim. Şimdi de elimde neslimin onuncusunu tutuyordum.
Lanetin bozulması için seçtiğim aşık doğru kişi değildi. Liz
yanlış seçimimdi. Boşuna ölmüştü. Şimdi ölü çocuklarımın arasına katılacaktı ve
ben on sekiz yıl onu orada diğerlerinden biriymişçesine beslemek zorundaydım.
Üstelik yanlış kişinin ölmesine sebep olduğum için Cadı bu dünyaya onun ve
benim kanımdan bir çocuk bırakıyordu. Benden önceki sekiz nesil de yanlış
kişiyi öldürmüştü. Ben de elimdeki ufak bebek gibi lanetli bir çocuktum.
Sekiz yaşında rüyamda ölülerle konuşmaya başlamıştım. On iki
yaşına geldiğimde her yerde onların seslerini duyuyordum artık. On sekizime bastığım gün babamın kalbi aniden
durmuştu ve Cadı ölecek olanları bulup getirme işinin bana geçtiğini
söylemişti. Babama ait olan ince bir kitabı bana vermişti ve onunla aynı hatayı
yapmamam gerektiğini söyleyip ortadan kaybolmuştu.
Şimdi elimdeki bu çocuğu büyütürken onun ölülerle arkadaşlık
kurup delirmeye başlamasını izlemeliydim. O on sekizine geldiğinde kalbim aniden
duracaktı. Ancak bu on sekiz yıl boyunca hem aşık olduğum kadının ölü ve aç
halini hem de çocuğumuzun delirişini görecek olmam yüzünden ıstırap dolu
olacaktı.
Umarım benim…”
Charlie büyükbabasının haddinden fazla gösterişli
arabasında, onun taşradaki evine doğru yol alırken okuduğu kitabı kapatıp
kapağına baktı.
Alexander McGregor
Lanet
1971
Neredeyse kırk yıl önce yazılmış bir kitaptan ne bekliyordu
ki sanki. Kitabı oturduğu koltuğun yan tarafına fırlattı. İkinci el kitaplar
satan dükkanda arkadaki raflardan birine sıkışıp kalmış bu kitabı alırken çok
meraklanmıştı oysa ki… Ama bu, güzel bir aşk hikayesi değildi. Bilim ya da dinden de tamamen uzaktı. Lanetler, büyüler, kimsenin istemeyeceği tuhaf bir aşk ve bol
bol kan içeriyordu…
“Abra Kadabra… Hokus Pokus! vıdı vıdı vıdı… Eğer lanet o
kadar kolay bozulacak olsaydı Cadı Audrey neden öyle bir büyü yapacaktı ki?”
diye söylendi kendi kendine.
Gerçi şimdi de bir sürü doğaüstü kitap yazılmıştı ve Charlie
bir çoğunu okumuştu da… Yine de edebi yönden de hiçbir çekiciliği olmayan bu
kitap şimdikilerden daha saçma gelmişti ona. Çünkü iki binli yıllarda fantastik
romanlar sadece eğlence için okunuyordu. Ancak bu kitap bir dönem yazıldığı
çevrenin insanlarının efsanesi haline gelmişti. İnsanlar içindekilerin gerçek
olduğuna inanıyordu. Bunu; kitabın ilk sayfasında bir önceki sahibi tarafından
yazılmış notta okumuştu.
Not, “Ya gerçekse?” diye bitiyordu. Kendinden önceki
okuyucu da kafayı yemiş olmalıydı.
Charlie kitap hakkında düşünmeyi bırakıp başını arabanın
camına yasladı. Yolun etrafında yalnızca tarlalar ve otlanan hayvanlar
görünüyordu. Gelmelerine az kalmış olmalıydı. Güneş batmaya başlamıştı ve
Charlie’nin yüzüne vuruyordu. O da gözlerini kapadı. Şimdi göz kapaklarını
altın rengi görüyordu.
Anne babası da altınlarla ilgili bir şeyler için onu
büyükbabasına yolluyorlardı zaten. Onlar arkeologdu. Bilmem ne uygarlığının
bilmem kaçıncı kralının hazinesini aramaya gitmişlerdi. Geziden dönmeleri
birkaç yıllarını alabilirdi. Genç kız bunun neden yıllar alacağını da
anlamamıştı oysa ki… Belki aylar alırdı ve bu sorun değildi, ama yıllarca
sürmesi başka bir yerde başka akrabalarla yaşaması gerektiği anlamına
geliyordu. Bu yüzden ailesi Charlie’yi on dokuz yıldır hiç tanışmamış olduğu
büyükbabasının şehrin dışındaki çiftlik evine gönderiyorlardı. Charlie ‘o yaşlı
budalanın nasıl göründüğünü bile bilmiyorum.’ diye düşündü. Yıllarca torununu
merak dahi etmemiş bir adamla uzun süre beraber yaşamak zorundaydı. Aman ne
harika!
Annesinin sözleri aklına geliyordu.
“Sadece birkaç yıl bebeğim. Harika vakit geçireceksin.
Büyükbaban iyi bir adamdır.”
Öyle miydi? Charlie emin olamıyordu. Çünkü onu tanıma
fırsatı bile olmamıştı. Sadece fotoğraflarını görmüştü. Onlarda da son derece
aksi görünüyordu.
Charlie’nin düşünceleri bulanmaya başlamıştı. Nerede
olduğunu, nereye gittiğini unutuyordu. Bir an sonra kendini uykuya bıraktı.
Rüyasında büyükbabası elinde bir boya fırçasıyla Charlie’yi
kovalıyordu. Boş beyaz bir alandaydılar. Charlie arkasına baktı ve yaşlı adamın
onu neredeyse yakalamak üzere olduğunu gördü. İleride bir kapı görmüştü, oraya
koşmalıydı. Terliyordu. Ama nihayet kapıya ulaştı ve içeri girip koşmaya devam
etti. Bomboş, büyük ve eski bir odaydı. Birkaç adım sonra adam onu yakalamıştı.
Charlie engel olamadan büyükbabası onun suratını boyamaya başladı, sonra da onu
tam ortasında görkemli bir aynanın asılı olduğu eski kırık dökük bir
duvarlardan birine doğru çevirdi. Charlie yüzündeki şekillere anlam
veremiyordu. Aynaya biraz daha yaklaştı ve bir anda şekiller yüzünde hareket
etmeye başladı. Boynuzlu bir at sol yanağından sağ yanağına doğru koşuyordu,
oradan da kulağına geçiyordu ki bir anda şekil kayboldu ve gerçek bir boynuzlu
at boş odada dolanmaya başladı. Aynanın önüne geldiğinde durdu ve Charlie onun
üzerine binebilsin diye eğildi. Charlie ata biner binmez, hayvan koşmaya
başlamıştı. Bacaklarında güzel atın koşarken gerilen kaslarını
hissedebiliyordu. Şimdi dışarı çıkmışlardı ve güneş ışıkları bulanık bir
şekilde yüzüne çarpıyordu. Ancak rüzgar çok hafifti, neredeyse hiç gelmiyordu.
Böyle olmamalıydı. Bir şeyler yanlış gibiydi. Charlie biraz daha bunalmaya
başladı. At hala koşmaya devam ediyordu ancak Charlie elinin altında onun da
terlediğini hissediyordu. At yavaşladı. Ama Charlie güneş yüzünden yine bulanık
görüyordu. Şimdi çakıllı bir yolda ilerliyorlardı ve boynuzlu at tökezlemeye
başlamıştı. Charlie’nin artık iyice midesi bulanmaya başlamıştı.
Bir anda bilinci yerine geldi. Gözlerini açmamıştı ama artık
at üstünde değil arabada olduğunu hatırlıyordu. Araba çakıllı yola girmişti ve
yavaşça ilerliyordu. Gelmiş olmalıyız, diye düşündü. Yarı uykulu haliyle gözünü açtığında ilk işi pencereyi
açmak oldu. Araba o kadar bunaltıcı ve havasızdı ki... Ancak sonra
etraftakileri gördü ve kalan uykusunun da uçup gittiğini fark etti. Gözleri her
şeyi daha iyi görmek istercesine kocaman açılmıştı.
***
Paylaşacağım ilk hikayenin ilk bölümünün ilk kısmı :) Hatalar varsa affedin. İyi okumalar dilerim. ^^
Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle... :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder