“Nasıl hissediyorsun?” diye sordu.
“Kör gibi…” dedim gülümseyerek. Onun gülüp gülmediğini
bilmiyordum. Zaten ne yaptığını hiçbir zaman anlayamazdım.
“Sanırım en çok da ışığı özlüyorsundur.” dedi sonra hafifçe.
“Hayır.” diye yanıtladım onu yine halsiz bir şekilde
gülümseyerek. “En çok yıldızları özlüyorum.”
Geçenlerde defterlerimi karıştırırken buldum bunu. Bunun
üzerinden polisiye ve bilim kurgu gibi bir hikaye yazıyormuşum ama her zamanki
gibi yarım bırakmışım. Şu an ne yazmakta olduğumu tam olarak hatırlamıyorum.
Umarım bir gün geri döner aklıma.
Her neyse sadece dramatik bir başlangıç yapmak istedim.
Aslında ne yazacağımı bilmiyorum. Çok zaman oldu yine adam akıllı yazmayalı.
Belki de bu aralar neler yaptığımdan bahsedebilirim.
Yok, değil bloğa yazı yazmak başımı kaşıyacak vaktim bile
yok, diyebileceğim bir şeyler değil. Bir sürü ıvır zıvır yapıyorum sadece.
Örneğin; her hafta sinemaya gidiyorum. (Gidiyordum demeliyim. Bu postu yazmaya uzun zaman önce başladım ama anca tamamlayabildim.) Alışveriş
merkezindeki sinema bana en yakını olduğundan orayı tercih ediyorum. (Eh, oraya
gitmişken de kitapçıya uğramadan çıkmıyorum elbette. Tabi bir de kozmetik
stantları var. Ama bunlar başka yazıların konusu olsun.)
Gittiğim filmlerden biraz bahsetmek istiyorum.
The Host (Göçebe)
Hikaye, Stephenie Meyer’in aynı isimli romanından
uyarlanmış. Bildiklerimizden çok farklı bir uzaylı ırkı Dünya’yı ele geçirmiş,
gezegene barışı ve huzuru getirmiştir. Ancak bunu yaparken insanların
bedenlerini kullandıklarından insanlık da yok olmak üzeredir. Elbette bazı
insanlar kaçmayı başarır. Bunlardan biri de baş rolümüz Melanie’dir. Günün birinde kardeşini korumak adını kendini
feda eder ve yakalanır. Böylece Melanie de bedenini Göçebe adındaki ruha vermek
zorunda kalır. Ancak Göçebe bedenini kontrol ederken Melanie de içeride yok
olmamakta ısrarcıdır. Böylece bir bedende iki kadının hikayesi başlamış olur.
Bu filmin yapılacağını ilk duyduğumda izlememe kararı
almıştım. Çünkü kitap oldukça uzun ve güzel örülmüş şekilde yazılmıştı bana
göre. Biraz da yavaş ilerliyordu
haliyle. Bu tarz kitapların film uyarlamalarının pek de güzel olmadığını
düşünmekteyim. Üstelik kitaptaki Ian karakterini öyle sevmiştim ki Twilight
serisindeki ne Edward ne de Jacob yarışabilirdi onunla. Dolayısıyla Ian
rolünü istediğim gibi, hayal ettiğim gibi kimse oynayamaz diye düşünmüştüm.
Daha sonra Hollywood’un en sevdiğim –ama bana göre ne yazık ki kendini çok
fazla gösterememiş- aktörlerinden biri olan Jake Abel’ın rolü aldığını
öğrendim. (Afişte sağ taraftaki sarışın yakışıklı hayallerimin Ian'ı Jake Abel oluyor *gözlerindenkalplerçıkanifade) Böylece filmi beklemeye başladım. Üstelik Melanie ve bedenini
paylaştığı Göçebe’yi de Saorise Ronan oynayacağından oyuncuların karakterlerin
altından kalkmaları kaygım yok oldu. Sanırım Melanie rolü öncelikle I am Number
Four’da ve Glee dizisinde gördüğümüz Dianna Agron’a teklif edilmiş. Kendisini
çok beğenmeme rağmen Saorise Ronan’ın harika bir seçim olduğunu düşünüyorum. Avcı
rolünü ise Diane Kruger oynuyor ve bana göre filmin esas yıldızı da odur.
Oyuncular çok iyiydi ancak filmi izlemeye gittiğimde uzun ve
yavaş akan bir kitabın film olması konusunda endişelenmekte ne kadar haklı
olduğumu gördüm. Kitabı okurken gözümüze hiç batmayan bir bedendeki iki kadının
iki ayrı adama aşık olması fikri filmde tuhaf bir hal aldı. Ancak film ekibi de
bunu fark etmiş olacak ki Avcı karakterine ve onun kendiyle savaşına çok güzel
bir şekilde odaklanılmış.
Tuhaf aşk dörtgeninin haricinde neyse ki Ronan, Abel ve esas oğlan rolündeki Max Irons’un
oyunculukları tatmin ediciydi. Özellikle en sevdiğim karakteri, yani Ian’ı Jake
Abel’dan başkası oynamadığı için çok mutluyum.
Filmin görselliğinin de iyi olduğunu düşünüyorum. Mekan
seçimleri ise özellikle harikaydı. Sığınak tam da kitabı okurken hayal ettiğim
gibiydi.
Ve son olarak film müziklerinin de güçlü ve etkileyici
olduğundan bahsederek diğer filme geçiyorum.
Warm Bodies (Sıcak Kalpler)
Bir kitap uyarlaması daha…
Salgın sonucu oluşan bir Zombi ırkı ve de salgından kurtulmuş
bir avuç insan… Sıradan gibi, ama değil. Klasik zombi filmlerinde başrolümüz
bir insandır ve son derece çirkin şekilde yansıtılan zombilerden kaçar, onları
öldürür, sevgilisini ya da ailesini kurtarır vesaire…
Bu filmdeki ana karakterimiz bir zombi. Hem de çok sempatik,
nazik, yaptığı şeyden(insanları öldürüp yemekten bahsediyorum) hoşlanmayan
biri. Oldukça da esprili. En azından iç konuşmalarından anladığımız kadarıyla.
Çünkü adını bile hatırlayamayan (R ile başladığını düşünüyor) ama insanlığını kaybetmemiş
bu arkadaşımız ne yazık ki dışından çok da iyi konuşamıyor. Her nasılsa bir gün
yemek arayışındayken karşılaştığı güzel Julie’ye aşık oluveriyor. Tek sorun ise
Julie’nin yaşayan, kanlı canlı bir insan olması.
Gelelim oyuncu kadrosuna… R rolünde Nicholas Hoult var.
Kendisini küçüklüğünden beri tanıyoruz. Bir Erkek Hakkında filminde Hugh Grant
ile birlikte rol almıştı. Titanların Savaşı’nda
da Medusa’nın kurbanlarından biri olmuştu. R rolünün o pek konuşmayan her şeyi
ifadeleriyle belli eden yapısını çok güzel oynadığını düşünüyorum.
Julie rolünde Ben Dört Numara, Sihirbazın Çırağı, Gerçek
Masallar gibi filmlerden bildiğimiz Teresa Palmer var. Hem yüzünü hem
oyunculuğunu beğendiğim bir aktristir. Tüm rollerini severek izlemişimdir.
R’ın en yakın arkadaşı M rolünde nedense hep “en yakın
arkadaş” rollerine denk geldiğim Rob Corddry var. Bu filmde en az R kadar
sempatik bir zombiyi canlandırıyor.
Film biraz karanlık ve biraz da mavi. Alacakaranlık
serisinin ilk filmini hatırlarsınız. Bu film de onun korku öğesi taşımayan bir
vampir filmi oluşu gibi; korkunç olmayan bir zombi filmi. (R gibi güzel
zombilerin yanısıra tamamen karanlık ve çirkin zombiler de var ama o kadar
korkunç olmadıklarını düşünüyorum.) Ayrıca Summit Entertainment’ın tüm
filmlerinde olduğu gibi bu filmde de kaliteli ve çok güzel müzikler
kullanılmış.
Jack: The Giant Slayer (Dev Avcısı Jack)
Bildiğimiz Jack ve Fasulye Sırığı hikayesinden yola çıkılmış
bir film. Baş rollerimiz Jack de Isabelle de devlerle ilgili bir efsaneyi
dinleyerek büyümüşlerdir. Ne var ki bir gün efsane gerçek olur ve yanlışlıkla
suyla temas eden bir fasulye tohumu Isabelle’i da alıp devlerin gökyüzündeki
evlerine çıkarır. Isabelle ülkenin kralının biricik kızı olduğundan en güçlü
adamlardan oluşan bir birlik prensesi kurtarmak üzere yola düşer. Jack de
olayın tek görgü tanığı olduğundan onlarla gelecektir. Böylece yıllar önce
efsanede dinlediği gibi bir kahramanlık serüvenine atılabilecektir. Ancak
elbette eğlenceyle karışık maceralar bitmek bilmez.
Sıcak Kalpler’deki başrolümüz Nicholas burada da Jack’i
canlandırıyor. Isabelle ise sadece tek bir filmde gördüğüm güzel bir kız olan
Eleanor Tomlinson (Kızlar Erkeklerden Ne İster filminde yan roldeydi.
İzlemediyseniz, önerebileceğim güzel ve eğlenceli bir gençlik filmidir). Filmde
iki başrol de çok iyiydi ancak benim asıl favorim olan asker Elmont rolündeki
Ewan McGregor. Filmin en orijinal ve eğlenceli karakteriydi. E laf aramızda
yakışıklılığı da insanın gözünü dolduruyordu. :)
Jack rolü için Tomlinson’un Kızlar Erkeklerden Ne İster
filmindeki rol arkadaşlarından Aaron Johnson (Anna Karenina’nın Genç Vronsky’si
dersem daha çok tanıyan çıkabilir sanırım.) düşünülmüş ama sonra rolü Hoult
kapmış. Ben ikisini de çok beğeniyorum, hangisi olursa olsun güzel olurdu
yapım.
Film ilk bakışta çocuk filmi gibi görünse de gittiğimde hiç
de öyle olmadığını anladım. Devlerin en sevdikleri yiyeceğin insan olduğunu
söylersem ne dediğimi anlarsınız sanırım. Ve bu koca adamlar oldukça kötü,
acımasız ve çirkin şekilde tasvir edilmişler. Gördüğünüz andan beri hepsinden
nefret etmeniz olası. Kendi adıma film boyunca ekrana patlamış mısırvari şeyler
fırlatmamak için kendimi zor tutmuştum. Mısır bile almamıştım ama sırf
fırlatmak için alabilirdim. -.-
Ancak filmin görsellikleri çok hoşuma gitti. Devlerin dünyasıyla
insanlarınkini güzel bir araya getirmişlerdi. Mekanlar hoştu. Oyuncular hoştu.
Hikaye güzeldi. Daha ne olsun. :)
Son olarak…
G.I. Joe: Retaliation (G.I. Joe: Misilleme)
Eski kötüler geri dönüyor! İlk filmde dünyayı kurtaran Joelar
yine Zartan ile ama daha da kötü şekilde çarpışmak zorunda kalıyor. Çünkü bu
sefer düşman daha planlı çalışıp işe Joeları yok etmekle başlıyor. Kurtulmayı başaran bir avuç Joe askeri bu
sefer kimlikleri açığa çıkmadan çalışmak zorunda kalıyor. Zartan’nın yanında bu
sefer Amerika Başkanı ve çok çılgın bir suikastçi de var üstelik. Film iyi ve
kötü sürprizler barındırıyor, izlerken şaşırdığım noktalar oldu.
İlk filmde Duke rolünde olan Channing Tatum bu filmde yine
bizimle. Ancak arkadaşları yok ne yazık ki. Onların filme eğlence kattıklarını
düşünüyordum oysa ki. İşin tuhafı filmde onlarla ilgili hiçbir şey söylenmiyor.
Çok iyi anlayamamış olabilirim o kısımları ama Duke belki de göreve başka bir
yerde devam ediyor. Her neyse Duke biraz geri planda kalmış ancak harika bir
isim kadroya katılmış. Kas gerektiren bir çok rolde yer almış olan Diş Perimiz Dwayne
Johnson’dan söz ediyorum! Eh Joe’lardan olmak da kas gerektirir sonuçta.
Johnson yine her zamanki gibi esprili mizacıyla karşımızda ve rolünün hakkını
veriyor.
Tanıdık bir isim olan Bruce Wills'de filmde karşımıza çıkıyor. Kendisi G.I. Joe'nun kurucusu rolünde. Lady Jaye ile çekişmelerini zevkle izledim. :)
Ve filmin benim için odak noktası; tabi ki kırk üç
yaşındaki taş Lee Byung Hun. İlk filmde olduğu gibi Storm Shadow rolüyle
karşımıza çıkan oyuncu bu filmde öncekinden de dikkat çekici. Hocasının
katilini yok edene kadar sessizlik yemini etmiş olan Snake Eyes ve Storm Shadow
çekişmesi elbette sürüyor. Ancak filmin ortalarında bu çekişme çok şaşırtıcı
bir hal alıyor. Elbette size ipucu vermeyeceğim. Snake Eyes demişken filmin en
güzel sahnesi kesinlikle Snake Eyes’ın dağlardaki sahnesiydi. Filmi izlerken o
sahneye dikkat edin derim :)
Sonuç olarak G.I. Joe: Misilleme’nin ilki kadar güzel
olduğunu düşünüyorum. Ancak gözüme çarpan bazı kopuklukları göz önünde
bulundurursam belki biraz puan kırabilirim.
G.I. Joe: Misilleme’den sonra bir türlü gidemedim sinemaya.
Gitmek istediğim birçok filmi de kaçırdım böylece. Ama onları da daha sonra ev
sinemasında izlemeyi planlıyorum. ^^
Aslında müzikten, resimden, nailarttan da biraz
bahsedecektim ama çok daldan dala olmasın diye yazımı burada sonlandırıyorum.
:)
Not: Bu Hoşbeş’in yerken her yere döküldüğünü daha önce fark
etmiş miydiniz? -.-
Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)