Ezik miyim ya ben? Aptal mıyım? Kafayı mı yemişim? Ne bu? Bu
ne? Ne… Ne… Ne…
“Ne diyorsun be?”demeyin. Çok garip çalışan bir hayal dünyam
var benim. Bilinçaltım artık ne yediyse sapıtmış. Hazımsızlık falan çekiyor
olmalı. Ya da sadece yine üstüm açık kalmış. Yoksa rüyalarım nasıl bu hale
gelirdi?
Herkes rüyasında bir prensle evlendiğini görebilir. Ya da
zamanda yolculuk yaptığını... Ya da önemli bir görüşmesi varsa bunu kaçırdığını
görebilir. Dolandırıldığını görebilir. Veya hayranı olduğu bir şarkıcının
sevgilisi olduğunu…
Ben nasıl oluyor da hepsini bir araya getirip görebiliyorum?
Bir kere o kadar çok olayı art ardına görmek rüya süresi kanununa aykırı. Komaya
girmem gerekirdi. O halde ayrı ayrı gördüm bu rüyaları ama hepsi yine de
birbirine bağlıydı. Bazen gerçekten de büyülü bir masal kahramanı olabileceğimi
düşünüyorum. Tanrı şirinler köyünü korusun.
Gezegenlerin ve Ay’ın yerlerinin değişip dünyaya yaklaşmalarının
ardından beynim zamanda yolculuk kavramına el atmış olacak ki her şey kendimi
otuz yaşındaki bedenimin içinde buluvermemle başladı. Şu yirmi yaşımdaki
halimle uyanmışken aynada otuz yaşındaki beni gördüm. Keşke Otuz Olsam’daydım
sanki. Gayet güzel giyinmiş evde vakit geçirirken akşamüstü telefonuma bakmayı
akıl ettim ve gelen aramayı cevapladım.
Ca-caaaaaa!
“Seni kaç defa aradık! Neden düğüne gelmedin hı? Henry ne
kadar üzüldü biliyor musun?” diye kardeşimin sayısız sorusuyla karşılaşmıştım.
“Ne düğünü be?” diye çıkıştım ama sormaz olaydım.
“Senin düğünün, salak!” cevabını almıştım. Otuz yaşındaki
ben evleniyor muydum? Hem de Henry diye bir adamla… Vay canına, demek Avrupa ülkelerine
açılmıştım. Kardeşim konuşmaya devam etti.
“Hani Prens Henry ile evleniyordun ya?!”
Nasıl yani? Prens Henry mi? Dur ya ben anlamadım… Kendimi
toparlayıp kardeşime olan biteni anlattım. İlk başta inanmadı ama sonra aklına
yatmış olacak ki, Henry’nin kim olduğunu anlamam için telefonumu ve
bilgisayarımı kurcalamam gerektiğini söyledi. Onu daha sonra arayacağımı
söyledikten sonra dediğini yapmaya başladım.
Bu da neydi böyle?
Amanındı!
Olamazdı!
Ama olmuştu…
Bu bizim bildiğimiz Prens Henry değildi.
Bu Prens Henry benim hayal ürünümdü.
Ah kafamı nerelere vursaydım ki?
Tam bir afet olan Prens Henry ile düğünümü kaçırmıştım. Ben ölmeliydim.
Şu fotoğraflardan ve elektronik postalardan birbirimizi ne kadar sevdiğimiz de
belliydi. Oftu poftu… Hayat çok acımasızdı.
Kardeşimin de önerisiyle Prens Henry’yi arayıp durumu
açıklamak üzere telefonu kulağıma götürüyordum ki yine bir haltlar döndü orada
ve ben daha genç bir halime geldim.
Bu sefer daha katakulli şeyler yaşanıyordu hayatımda. Belli ki
gizli bir polis teşkilatı için çalışıyordum. Kardeşimi de dolandırmaya çalışmış
ama başaramayıp kaçmış bu adamı yakalamaya uğraşıyordum. Bu adama deli divane
olan bir sevgili gibi davranıyordum ve o da bana bir anlaşma imzalatacaktı.
Kardeşim,
onun kendisini dolandıracağını anlamış ve Jennifer Lawrence yazması gerekirken yanlış
duyduğunu söyleyerek Jennifer Lopez yazmıştı ve isimler hatalı olunca anlaşma
geçersiz olmuştu. (ki ben bu ikisinin anlaşmanın nasıl bir parçası olduğunu anlamadım).
Ben de anlaşma önüme geldiğinde aynı planı uygulamayı düşünmüştüm ancak adam yine
aynı şey olursa anlar diye daha basit bir plan uyguladım ve kendime ait olmayan
bir imza attım. O sırada olayı kameradan izleyen ekipler suçüstü yapmak üzere
eve girdiler. Ancak bu sefer de adam beni korumak için bir odaya kendini ve
beni kilitledi. Ekipler bu zor kapılı odadan girmeye çalışırken adam altıncı
kattaki evden atladı ve terasa indi. Gayet de sağlamdı ancak her nasılsa
benim gibi ekipten olan ama emekli olmuş babama rastlamıştı. Babam da eski
alışkanlık olacak adamı silahıyla vuruverdi. Tam o anda ekipler odaya girmeyi
başardı ve ben yine o garip hissi yaşadıktan sonra kendimi sokakta koşarken
buldum.
Üzerimde pembe ayıcıklı pijamalar vardı ve saçımda dağılmış
bir örgüydü. Elimde de bir şey tutuyordum ancak neymiş onu anlayamadım. Caddeye
çıktım ve koştum koştum koştum… Bir yandan da sürekli arkama bakıyordum ve beni
kovalayan şey her neyse onu göremiyordum. Muhtemelen yine benim gizli
ajanlığımla ilgiliydi. Tekrar önüme bakıp koşmaya devam ettim ancak bir kol
beni belimden kavrayıp çekmişti. Ara sokaklardan birine girmiştik ve adam beni
sürüklüyordu. Bir apartmanın kapı girişine saklandık ve adam bana yüzünü döndü.
O da nesiydi? En sevdiğim Koreli şarkıcı değil miydi ya bu? O da mı bu işlere
bulaşmış ki? Ben şaşkınlığımı atamamışken o geldiğimiz yöne bakıyor beni
kovalayanların geçip gitmesini bekliyordu.
“Sana bunun tehlikeli olduğunu söylemiştim. Gittiler. Eve gidelim
artık.”
“Ne? Ne evi?”
“Cinderella! Burada kalıp ölmek mi istiyorsun? Yürü…”
Az sonra ev”imiz”deydik. Aynadaki halime bakılırsa yine
otuzlarımdaydım. Koreli üstünü değiştiriyordu. Parmağındaki yüzüğün aynından
bende de olduğuna göre evliydik de… O sırada ben yine zaman değiştirdim.
İşte yine Prens Henry ile düğünümü kaçırdığım gündeydim. Şimdi
Bay Afet Prensi aramalı mıydım yoksa Koreliyle evlenmeyi mi beklemeliydim?
Hayat çok zordu, ben de uyanmayı seçtim.
Ah şu bilinçaltı… Derdi neyse beni böyle ümitlendiriyor pis
şey! -,- Acaba üstümü mü örtemiyorum ya? O.o
Neyse… Yine saçma sapan rüyalar görmeye gideyim ben. ^^
Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)