Pages

3 Mayıs 2012 Perşembe

Kendi düğünümü kaçırdım -,-


Ezik miyim ya ben? Aptal mıyım? Kafayı mı yemişim? Ne bu? Bu ne? Ne… Ne… Ne…

“Ne diyorsun be?”demeyin. Çok garip çalışan bir hayal dünyam var benim. Bilinçaltım artık ne yediyse sapıtmış. Hazımsızlık falan çekiyor olmalı. Ya da sadece yine üstüm açık kalmış. Yoksa rüyalarım nasıl bu hale gelirdi?

Herkes rüyasında bir prensle evlendiğini görebilir. Ya da zamanda yolculuk yaptığını... Ya da önemli bir görüşmesi varsa bunu kaçırdığını görebilir. Dolandırıldığını görebilir. Veya hayranı olduğu bir şarkıcının sevgilisi olduğunu…
Ben nasıl oluyor da hepsini bir araya getirip görebiliyorum? Bir kere o kadar çok olayı art ardına görmek rüya süresi kanununa aykırı. Komaya girmem gerekirdi. O halde ayrı ayrı gördüm bu rüyaları ama hepsi yine de birbirine bağlıydı. Bazen gerçekten de büyülü bir masal kahramanı olabileceğimi düşünüyorum. Tanrı şirinler köyünü korusun.

Gezegenlerin ve Ay’ın yerlerinin değişip dünyaya yaklaşmalarının ardından beynim zamanda yolculuk kavramına el atmış olacak ki her şey kendimi otuz yaşındaki bedenimin içinde buluvermemle başladı. Şu yirmi yaşımdaki halimle uyanmışken aynada otuz yaşındaki beni gördüm. Keşke Otuz Olsam’daydım sanki. Gayet güzel giyinmiş evde vakit geçirirken akşamüstü telefonuma bakmayı akıl ettim ve gelen aramayı cevapladım.

Ca-caaaaaa!

“Seni kaç defa aradık! Neden düğüne gelmedin hı? Henry ne kadar üzüldü biliyor musun?” diye kardeşimin sayısız sorusuyla karşılaşmıştım.

“Ne düğünü be?” diye çıkıştım ama sormaz olaydım.

“Senin düğünün, salak!” cevabını almıştım. Otuz yaşındaki ben evleniyor muydum? Hem de Henry diye bir adamla… Vay canına, demek Avrupa ülkelerine açılmıştım. Kardeşim konuşmaya devam etti.

“Hani Prens Henry ile evleniyordun ya?!”

Nasıl yani? Prens Henry mi? Dur ya ben anlamadım… Kendimi toparlayıp kardeşime olan biteni anlattım. İlk başta inanmadı ama sonra aklına yatmış olacak ki, Henry’nin kim olduğunu anlamam için telefonumu ve bilgisayarımı kurcalamam gerektiğini söyledi. Onu daha sonra arayacağımı söyledikten sonra dediğini yapmaya başladım.
Bu da neydi böyle?
Amanındı!
Olamazdı!
Ama olmuştu…
Bu bizim bildiğimiz Prens Henry değildi.
Bu Prens Henry benim hayal ürünümdü.
Ah kafamı nerelere vursaydım ki?
Tam bir afet olan Prens Henry ile düğünümü kaçırmıştım. Ben ölmeliydim. Şu fotoğraflardan ve elektronik postalardan birbirimizi ne kadar sevdiğimiz de belliydi. Oftu poftu… Hayat çok acımasızdı.
Kardeşimin de önerisiyle Prens Henry’yi arayıp durumu açıklamak üzere telefonu kulağıma götürüyordum ki yine bir haltlar döndü orada ve ben daha genç bir halime geldim.

Bu sefer daha katakulli şeyler yaşanıyordu hayatımda. Belli ki gizli bir polis teşkilatı için çalışıyordum. Kardeşimi de dolandırmaya çalışmış ama başaramayıp kaçmış bu adamı yakalamaya uğraşıyordum. Bu adama deli divane olan bir sevgili gibi davranıyordum ve o da bana bir anlaşma imzalatacaktı. 
Kardeşim, onun kendisini dolandıracağını anlamış ve Jennifer Lawrence yazması gerekirken yanlış duyduğunu söyleyerek Jennifer Lopez yazmıştı ve isimler hatalı olunca anlaşma geçersiz olmuştu. (ki ben bu ikisinin anlaşmanın nasıl bir parçası olduğunu anlamadım).

 Ben de anlaşma önüme geldiğinde aynı planı uygulamayı düşünmüştüm ancak adam yine aynı şey olursa anlar diye daha basit bir plan uyguladım ve kendime ait olmayan bir imza attım. O sırada olayı kameradan izleyen ekipler suçüstü yapmak üzere eve girdiler. Ancak bu sefer de adam beni korumak için bir odaya kendini ve beni kilitledi. Ekipler bu zor kapılı odadan girmeye çalışırken adam altıncı kattaki evden atladı ve terasa indi. Gayet de sağlamdı ancak her nasılsa benim gibi ekipten olan ama emekli olmuş babama rastlamıştı. Babam da eski alışkanlık olacak adamı silahıyla vuruverdi. Tam o anda ekipler odaya girmeyi başardı ve ben yine o garip hissi yaşadıktan sonra kendimi sokakta koşarken buldum.

Üzerimde pembe ayıcıklı pijamalar vardı ve saçımda dağılmış bir örgüydü. Elimde de bir şey tutuyordum ancak neymiş onu anlayamadım. Caddeye çıktım ve koştum koştum koştum… Bir yandan da sürekli arkama bakıyordum ve beni kovalayan şey her neyse onu göremiyordum. Muhtemelen yine benim gizli ajanlığımla ilgiliydi. Tekrar önüme bakıp koşmaya devam ettim ancak bir kol beni belimden kavrayıp çekmişti. Ara sokaklardan birine girmiştik ve adam beni sürüklüyordu. Bir apartmanın kapı girişine saklandık ve adam bana yüzünü döndü. O da nesiydi? En sevdiğim Koreli şarkıcı değil miydi ya bu? O da mı bu işlere bulaşmış ki? Ben şaşkınlığımı atamamışken o geldiğimiz yöne bakıyor beni kovalayanların geçip gitmesini bekliyordu.
“Sana bunun tehlikeli olduğunu söylemiştim. Gittiler. Eve gidelim artık.”

“Ne? Ne evi?”

“Cinderella! Burada kalıp ölmek mi istiyorsun? Yürü…”

Az sonra ev”imiz”deydik. Aynadaki halime bakılırsa yine otuzlarımdaydım. Koreli üstünü değiştiriyordu. Parmağındaki yüzüğün aynından bende de olduğuna göre evliydik de… O sırada ben yine zaman değiştirdim.

İşte yine Prens Henry ile düğünümü kaçırdığım gündeydim. Şimdi Bay Afet Prensi aramalı mıydım yoksa Koreliyle evlenmeyi mi beklemeliydim?

Hayat çok zordu, ben de uyanmayı seçtim.

Ah şu bilinçaltı… Derdi neyse beni böyle ümitlendiriyor pis şey! -,- Acaba üstümü mü örtemiyorum ya? O.o

Neyse… Yine saçma sapan rüyalar görmeye gideyim ben. ^^

Pabucunuzu bir yerlerde unutmanız dileğiyle… :)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder